7 Nisan 2012 Cumartesi

Yönetmen: Reha Erdem, Film: Kaç Para Kaç

   Reha Erdem filmografisini yazdıktan sonra biraz bencillik yaptım, kendime bir hafta ayırdım ve işten güçten, hayat gailesinden ırak yerlere seyr-ü sefer ettim, gönlümü hoş eyledim, hasıl-ı kelam minik Anadolu şehrimden topukladım. Blogla da neredeyse iki haftadır ilgilenemedim, içim yalnızca buna biraz sızladı. Nedense bu posta böyle bir girizgah yapmak istedim, bu konuda içimde açıklama yapma isteği yükseldi ve kendimi bu satırları yazarken yakaladım. Bıraksam kendimi daha neler yazarım, ama artık filme geçsem fena olmaz diye düşünüyorum. 
   Bir önceki postta, filmin künyesini yayınlamıştım ama hem bütünlüğü bozmamak, hem de her zamanki rotadan sapmamak adına aynen devam edelim. Buyursunlar efendim, filmimizin kısa künyesiyle başlayalım (Vira Vira!):

Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı, Süre: 1999, 100 Dk.
Senaryo: Reha Erdem 
Oyuncular: Taner Birsel, Bennu Yıldırımlar, Zuhal Gencer, Ara Güler, Serra Yılmaz, Sevin   Okyay, Engin Alkan, Ali Düşenkalkar, Bülent Emin Yarar
Görüntü Yönetmeni: Florent Herry
Müzik: Pressure Drop- My Friend
Ödülleri: "En İyi Yabancı Film" dalında Türkiye'nin Oscar adayı oldu ve birçok seçkin uluslararası festivale katıldı.
Özet: Bir gömlekçi dükkanını işleten, kendi halinde, sıradan, monoton bir yaşam süren Selim ve karısı Ayla'nın hayatına büyük bir para girer. Para; evlenmiş, boşanmış, bodrum katında annesiyle yaşayan, gündüzleri vitrin gezen ve dış dünyayla tek ilişkisi televizyon olan komşuları Nihal'i de etkiler. Ve küçük yaşantılarına giren bu büyük paranın, küçük bir suçu ve büyük bir trajediyi getirmesi kaçınılmaz bir hal alır. (Bilgiler buradan.)


Selim: "Yapmak" değil, olmak zor." 

  Bilenler bilir, Chapterhouse Dune romanında (serinin 6. Kitabı) hayatta kalan son tleilaxu ustası Scytale'nin şöyle bir sözü var: "Yaşamını kendi benliğinin eksiksiz bir tasvirini yaratmakla geçiren bir yaratık, bu tasvirin antitezi olmaktansa ölmeyi tercih eder." Çünkü Selim'in de dediği gibi: Yapmak değil, olmak zor.
 Bu filmde, Selim karakterini anlamak adına söylenebilecek en temiz açıklama bu cümle olabilir diye düşünüyorum. Selim, (ki karakter düşünüldüğünde ironisi tavan yapan isimdir) filmimizin kahramanı, İstanbul'un hatırı sayılır eski semtlerinden birinde gömlekçi dükkanı sahibi, sıradan, naif, dürüst, bir aile babası. Sosyal ilişkileri açısından düşünüldüğünde Selim, dükkanının olduğu semtteki, komşu esnaflara nazaran çok farklı, müşterisine karşı asla esnemeyen, kısacası "esnaf adam" denilemeyecek, soğuk, mesafeli ve içe dönük karakteriyle film boyunca başına gelenlerle nasıl başa çıkacağı konusunda sıklıkla ip ucu veriyor. Aslına bakılırsa izleyicide film boyunca süren gerilimin en önemli nedeni biraz da Selim'in, içine düştüğü sorunla ilgili, kişilik özelliklerinden kaynaklanan, başa çıkma yetileri denilebilir. Yazı boyunca Selim'in başına gelen olayları ve Selim'in tepkilerini yazdıkça, Selim ve yukarıda romandan yaptığım alıntıyla ilgili taşlar yerine oturacaktır, sabrınıza amadeyim :)

    Film Selim'in para konusundaki tutumuyla ilgili verilen, yukarıdaki bu hazırlık sahneleriyle başlıyor. Parkta oynayan, aralarında Selim'in küçük kızı Esma'nın da bulunduğu 3 çocuk, yüz dolar buluyor. Çocukların tartışmaları üzerine, ebeveynler sorunu çözmek için(sözde), soluğu çocukların yanında alıyor. Başlarda, paranın kime ait olduğunu bulmak için girişimde bulunan yetişkinler, daha sonra paranın 100$ olduğunu fark edip(Selim dışındaki iki kadın), bulunan paranın çocuklar arasında paylaştırılmasının doğru olduğunu savunuyorlar. Ancak Selim karşı çıkıyor ve bunun ahlaki olmadığı yönünde söyleniyor. Böylece, Selim hakkında, izleyicide, "Selim, hakkı olmayan parayı sahiplenmez." şeklinde genel bir izlenim beliriyor. Esasında sahne dikkatle incelenirse, hali hazırda diğer çocukların annelerinin de konuyla ilgili tutumunun, paranın miktarını öğreninceye dek sürdüğü kolayca anlaşılabilir. Bu anlamda, bu sahne, Selimin başına geleceklerle ilgili fikir vermesi bir yana, insanların para konusundaki ahlaki tutumlarının ve dürüstlük sınırlarının, paranın miktarıyla ters orantılı olduğu mesajını da önümüze seriyor. 


    Film kısa bir süre, Selim'in para hakkındaki "Para kolay mı kazanılıyor?" türevi cümleleri etrafında, ailesi ve dükkandaki müşteri diyalogları üzerinden yürüyor, böylece Selim'in devam eden rutini hakkında, geçmişine dönük olmayan fikirlerle doluyoruz. Filme ismini veren para, Selim'in hayatına bir akşam bindiği takside giriyor. Paranın buluntu para olmasının vicdan muhasebesini aynı gece, parayla birlikte eve gelmesinden itibaren yapmaya başlayan Selim'in kaygısını fena hissettiriyor Taner Birsel. İkinci karede görülen gazete küpüründe ise Selim, paranın bir banka veznedarının bankadan çaldığı para olduğunu öğreniyor. Bunun Selim'in para konusunda yaşadığı ilk kırılma noktası olduğu söylenebilir. Ancak yine de yaşadığı rahatlamanın tam anlamıyla bilinç düzeyinde olduğunu söylemek güç. Son kare ise tren garındaki, birinin cüzdanını çalan iki yan kesiciyi kovaladığı sahneden ve paranın çalıntı olduğunu öğrenmesinin hemen ardından geliyor. Ki bu da Selim'in toplum içerisinde dürüst/namuslu bir adammış gibi kendini maskeleyeceği, çırağına söylediği "Yapmak değil, olmak zor." cümlesinin ironisini desteklemek için filme yerleştirilen sahnelerden, Selim "dürüstmüş" gibi yapıyor, ama "dürüst" olmuyor.


   Filmde dikkat çekici en önemli metafor, Selim'in parayı sakladığı komidinin üstünde duran bu melek biblosu. Zira, aceleyle parayı saklamaya çalışırken, biblo yere düşüp kırılıyor, Selim ilk fırsatta bibloyu yapıştırıyor. Bu konuyla ilgili kareler de yine Selim'in   bibloyu yapıştırma çabası ile ilgili olarak, vicdan muhasebesi açısından yorumlanabilir. Kısaca melek biblosu masumiyeti temsil ediyor. Bu anlamda biblonun kırılışı ise, Selim'in masumiyetinin parçalanışına hizmet ediyor ki zaten Selim'i bibloyu yapıştırdıktan sonra paraları sayarken görüyoruz. Klişedir ama, ne yazık, yapıştırsa da biblo eskisi gibi olmuyor.


  Selim'in parayı somut olarak benimsemeye başladığı ise sağ tarafta görülen bu iki kareyle netleşiyor ki, Selim  nerede polis görse yolunu değiştiriyor, kaçıyor, hatta durum, dükkanına gelen bu polisi gördüğü anda tezgahın arkasında eğilip, saklanmasına kadar varıyor. İkinci kareye dikkatle bakılırsa arkada saklanan kahramanımız Selim'i görebiliriz. Çırağını kovduktan sonra da, dükkanını soyan hırsızı, korkusundan polise bildirmiyor ve suçu işten kovduğu çırağının üzerine atıyor. 



     Yukarıdaki kolaj sahnelerde görülen ilk karenin, Selim'in parayla ilgili yaşadığı içsel savaşı ve parayı kabullenişi anlamında, ikinci kırılma noktası olduğu söylenebilir.  Çünkü ilk karede, lüks bir arabayla Selim'e çarpıp gömleğinin yırtılmasına neden olan adamın,  Selim'e söylediği "Kardeşim, benim arabamın çizik tamir parası senin gömleğinden üç tane alır, ben bir şey demiyorum sen gömleğim yırtıldı, diyorsun." sözü Selim'in parayı benimsemesinde büyük rol oynuyor, kendisinin de büyük bir mebla paraya sahip olduğu yönündeki farkındalığı pekişiyor. Zaten peşi sıra gelen üç planda, Selim'in evde yalnız oluşu, su muhallebisini yerken para konulu eski bir Türk filmi izlemesi ve sonra paraya sarılarak, yatağa uzanması ve düşünmesi yine Selim'in parayı kullanmaya başlayacağı yönünde güçlü ipuçları veriyor.


   Dükkanının genç bir çocuk tarafından soyulmasının ardından, parayla ilgili endişesi artan Selim, bankadan kendi adına bir kasa kiralıyor. Bu da Selim'in parayla ilgili vuku bulan ikinci somut hareketi olarak düşünülebilir. Ancak ikinci karede hemen ardından gelen cami avlusunda, ezan eşliğinde hıçkırarak ağladığı ve onu takip eden yanına yaklaşan kediyi tekmeleyerek fırlattığı sahne, Selim'in dürtülerine olan teslimiyetinin vurgulanması ve karakterin nasıl kıvrandığını izleyicinin hissetmesi açısından oldukça çarpıcı verilmiş. Selim tanrıya, yanına acıklı bir şekilde miyavlayarak gelen kedi Selim'e sığınıyor. Selim kediyi tekmeliyor ve aslında içine düştüğü cendere düşünülürse, bir anlamda Tanrı da Selim'i... Son karede görülen sahnede ise, Selim yanına aldığı bir miktar paranın  ilk 50 dolarını bozduruyor ve gidip eşi Ayla'ya kırmızı bir ruj alıyor. Esasında bu hareketiyle de, bir anlamda kendini rahat hissettiğini sonraki sahnelerde görüyoruz.


Ayla: "Selim'ciğim, sende bir tuhaflık mı var?"
    Ayla'ya aldığı kırmızı ruj, Selim'in parayla ilgili yapacaklarını mantığa bürümesinde büyük fayda sağlıyor(Yeri gelmişken eklemekte fayda var, Bennu Yıldırımlar'ın pırıl pırıl performansı filmin rahatlatıcı öğelerinden). Ayla'ya ruju hediye ettikten sonra, bir ev ve bulaşık makinesi almaktan söz ediyor, kısacası eskiden tartışmalarına neden olan ve para gerektiren her ne varsa, artık sahip olabileceklerini Ayla'ya söylüyor.  Ayla'yı çok pahalı bir restorana yemeğe götürüyor, ona pahalı takılar alıyor vb. Her ne kadar Ayla'ya yaptığı şovlar ilişkilerini farklı bir boyuta taşısa da, Selim'in gerginliğini parayı harcamaya başladığı ilk sahneden itibaren, yükselerek seziyoruz. Bu arada Selim'in öğle yemeklerini yediği lokantanın yerini, pahalı bir kafenin alması, sürekli yeni işler peşinde koşarak batıp çıkan arkadaşı Ahmet'in satın alacağı tablolar için ona borç vermesi gibi detaylar da, dikkati çekiyor. 


   Selim parayı harcamadaki haklılığını, çevresindeki insanlara yaptığı harcamayla onların onayını alarak pekiştirirken, yukarıdaki karelerde görülen, vapurda hırsızların üçlü karşılaşma sahnesi Selim'e parasının çalıntı olduğuyla ilgili hatırlatmayı yapıyor sanki... Şunu eklemek isterim ki, ilk izlediğimde gerçekten şaşırtıcı ve beklenmedik bulduğum bu sahnenin daha sonra izlediğimde biraz zorlama olduğu kanısına vardım. İlk  ve ikinci karede, bankadan parayı çalan veznedarla vapurda göz göze gelen Selim'in, kalkıp vapurun başka bir bölümüne oturduğu sırada, dükkanını soyan hırsızla göz göze gelmesi, Selim'in para hakkındaki ahlaki hislerini anlamamız açısından oldukça ironik şekilde tasarlanmış. (Sanırım filmin finalindan sonra, filmi hatırlatan en büyük çağrışımın sahibi de yine bu vapurda karşılaşma sahnesi).


    Birbirini izleyen bu dört karenin de yine, Selim'in ahlaki ve vicdani tüm çatışmalarını barındırdığını düşünüyorum. Şöyle ki, ilk karede dükkanını soyan hırsızın suçunu üstüne attığı eski çırağı hakkında çok zorlanarak verdiği, yalan ifade ve ifade sahnesinin hemen ardından gelen Selim'in sokak ortasında kustuğu sahne geliyor. Ki sahnenin devamında Selim kusarken bir köpek şiddetle Selim'e havlıyor, Selim öfkesini köpekten çıkarıyor. Ardından gördüğü bir gece kulübüne giren Selim, burada striptiz yapan kızları izliyor ve kızların daha fazla soyunmaları için kutuya yüklü bir miktar para atıyor. Esasında bu sahneyi izlerken, Selim "dürüst ve namuslu" tarafının intiharının yasını tutuyor, gibi fikre kapılıyoruz ki, çok da kelimelere dökülebilecek bir sahne değil. Bazen bazı sahneler hakkında ne kadar konuşsanız da, demek istediğiniz şeyi tam olarak anlatamazsınız, bu sahne de öyle hissettiriyor.


    Filmin, yukarıda gördüğümüz bu deniz kenarı sahnelerine dek, Selim'le birlikte öyle çok geriliyoruz ve Reha Erdem de öyle düşünmüş olacak ki, hem Selim'i hem bizi rahatlatıyor ve soluğu gergin zamanların kurtarıcısı deniz kenarında alıyoruz. Filmin karanlık, gizemli ve gergin havasından çıkıp, Reha Erdem'in nefis planlarıyla buluşup, soluklanıyoruz. Ama paranın laneti, Selim'in burada da rahatlamasına izin vermiyor ve Selim, gazetede parayı çalan veznedarın intihar haberini okuyor. O andan itibaren, kaçtığı yoğun kaygısı onu yine yakalıyor, bir an önce gitmek istiyor ve o telaşla bindiği arabasıyla, kızının sahil kenarında birlikte oynadığı yavru köpeğe çarpıp, ölümüne neden oluyor. 


   Yukarıdaki karelerde ise, Selim bankadaki tüm parayı ceplerine doldurup, koşarak dükkana geliyor. Filmin başında, parayı bulmasından itibaren bir çeşit kendini rahatlatma gibi yaptığı, dükkanın kapılarını kilitleyip, tezgahın arkasındaki boşluğa uzanıp, derin nefes alarak gözünü tavana diktiği kaçınma davranışını bu kez daha yoğun sergiliyor. Öyle ki, bir ara kalkıp camdan baktığında, hızla koşarken yere düşürdüğü parayı fark ediyor. Kaygısı o kadar yüksek ki, parayı yerden alırken dükkanına yönelen bir müşterinin dükkana girmesiyle birlikte, müşteriye arkası dönük bir şekilde sadece kafasını sallayarak yanıt verirken, bir yandan da parayı yemeye başlıyor. Bu noktada, Selim'in içinde, eski Selim'den kalan, ahlaki ve vicdani boşluğu doldurma çabasıyla parayı yediği düşünülürse, filmin güçlü analitik detaylar barındırdırğını, yinelemek yerinde olur diye düşünüyorum, zira Selim para konusunda öylesine dürtüsel davranıyor ki, davranışı parayı yemeğe kadar varıyor. Takip eden sahnelerde, yani filmin sonlarına doğru paranın nereden geldiğini merak eden Ayla'ya piyangodan para çıktığını ve bir süre sakladığını söylüyor. Hayatını gömlek satarak kazanan Selim'in film boyunca giydiği gömlerinse başına gelmeyen kalmıyor; araba çarpıyor, gömleği yırtılıyor, lokantada garson gömleğine yemek döküyor, bir kadın dükkanına girip erkek gömlekleri deniyor... Tüm bunlar bana, Reha Erdem'in, Selim'in gömleklerden yavaş yavaş kopuşunu vermek için yaptığını düşündürdü. 


 Nemfomanik komşu Nihal'den bahsetmeden geçmek haksızlık olurdu, ki Selim'e filmin başından itibaren her gördüğü yerde asılan, dükkanına gelip, erkek gömlekleri deneyen, Ayla'nın evde olmadığı her anı değerlendirip bir bahaneyle Selim'i sıkıştıran kadındır kendisi. Selim, Nihal'le ilgili kırılmanın ilkini, dükkanından aldığı gömleğin parasını almayarak, ikincisini ise, caddede tesadüfen karşılaştıklarında, ona beğendiği elbiseyi alarak kademe kademe  yaşıyor. Selim'in mahvına neden olay ise, yine Nihal'den geliyor ve Selim'in tüm ahlaki değerlerinin çekirdeğine dinamiti koyuyor. Selim'in filmin başında söylediği "Yapmak değil, olmak zor." sözünün, filmin final sahnesinde, Selim için ne kadar acı verici bir hal aldığını görüyoruz. Filmin ana teması, ahlak ve vicdan sorgulaması şeklinde düşünüldüğünde, temaya hizmet eden alt başlıkları; Selim'in yaşadığı yabancılaşma, kişisel tercihler, öncelikler, ütopya, aşağılık kompleksi,  özdeşleşme, ait olmayan bir parayı içselleştirme, mantığa bürüme, orta sınıf yaşamı, suçluluk duygusu ve teslimiyet üzerinden düşünülebilir.


   Yukarıda görülen bu kareleri ise, filmin ismine ithafen kolaj haline getirdim. Zira Selim, filmin İngilizce isminde (Run For Money) olduğu gibi, film boyunca para için koşuyor; Türkçe isminde olduğu gibi (Kaç Para Kaç) kaçan parayı kovalıyor ya da diğer bir anlamda hayatın kıymetini "Kaçparakaç?" diyerek sorguluyor. Bu noktada eklemek isterim ki, Selim karakteri ve üzerimde bıraktığı yabancılaşma hissi, bana nedense Yusuf Atılgan'ın  "Anayurt Oteli" romanını sinemaya uyarlayan Ömer Kavur'un filmini hatırlattı. "Anayurt Oteli/1987"nin Zebercet'i ve "Kaç Para Kaç"ın Selim'i çok benzer geldiler. Bunun yanında yabancılaşma temasını, yine başrol oyuncularından kaynaklı, bana göre, en iyi veren iki yabancı film  M. Scorsese'nin "Taxi Driver/1976" filminin Travis'i ile Wim Wenders'in "Paris Texas/1984" filminin (yine) Travis'i. Bu iki farklı filmdeki iki Travis'in de,   filmlerin konuları farklı olsa da, Selim'le benzer duygu durumları yaşadığı söylenebilir.


    Filmin en çok akılda kalan bölümü, izledikten sonra, finali en iyi olan filmler listenizin ilk sıralarına yükselebilecek final sahnesi. Çok çarpıcı bulduğum halde final sahnesine yer vermek istemedim. Çünkü Selim ile ilgili film boyunca yaşadığımız, giderek artan gerginliğin katarsisini yaşayabilmek adına, yazının görsel bir kanıt barındırmasını istemedim. Bu sebeple son sahne için, sahneye izleyiciyle birlikte şahit olan, Selim'in ailesinin yer aldığı bu kareyi koymayı uygun buldum.


    Gelelim filmin sürprizlerine ve detaylarına... Bilindiği gibi Reha Erdem, "A, Ay" filmini çekmesinin ardından 10 yıl boyunca film çekmemiş, Türkiye'nin hatrı sayılır, akılda pek kalan 90'lar reklamlarının aranılan reklam yönetmeni olmuştur. Bu süre zarfında sinema ve tiyatro dünyasında kurduğu ilişkilerde ve  maddi durumunda oldukça iyi bir noktaya gelmiş olmalı ki, filmin bir kaç saniyelik sahnelerinde bile büyük tiyatroculara rastlıyoruz. Kaldı ki filmin bütçesinin de yine hakkında konuşturacak bir rakam olduğunu hatırlatmak gerekir. Ara Güler'in antikacı rolünde aniden belirmesi, müşterilerin bile sırasıyla Meral Çetinkaya, Köksal Engür, Sevin Okyay, Serra Yılmaz ve Cüneyt Türel gibi oyuncular tarafından vücut bulması, her yeni yönetmenin altından kalkabileceği bir iş değil. Bunları özel isimler olduğu için saymak istedim, esasında filmin bütününe bakıldığında, aşina olmadığımız kimse yok, her biri kıymetli oyunculardan seçilmiş. Filmin Görüntü yönetmeni koltuğunda, Reha Erdem filmlerinde bu filmden sonra sıklıkla göreceğimiz, Florent Herry oturuyor. Ana müzik ise Pressure Drop'tan "My Friend". 
    Reha Erdem geçen yıl verdiği bir röportajında, "Kaç Para Kaç"ın ana akım sinemaya olan katkısı ve seyircinin ön yargıları hakkında ne düşündüğü sorusuna: "Hayır, tam tersine yaptıklarımın kolay ve seyirciyi özgür bırakan filmlerden olduğunu düşünüyorum. Bu özgürlüğün tadına varmak için açık ve özgür ruhlu, yani ön yargısız olmak gerekiyor. Yoksa önyargı yıkmak kolay iş değil." şeklinde cevap vermiş, "Kaç Para Kaç"ın Selim'inin gıyabında seyirciyi de özgürleştiren bir film olduğuna dikkati çekmiştir.  


Yazıyı filmin fragmanıyla bitirelim o vakit:


    
   Bitirirken; bu yazıyı fazlaca uzattığımın farkında olduğumu ve kendimi durduramadığımı eklemek isterim, affola! Esasında durum şöyle gelişti; filmle ilgili görselleri internette araştırırken, asıl aradığım karelerin var olmadığını, olanların da filmle ilgili anlatmak istediklerime yetersiz kalacağını fark ettim. Filmi yeniden izleyip, istediğim sahneleri ve kareleri "capture" seçeneğiyle yakaladım, ardından kolajları oluşturdum. Yazı ve hazırlık aşamaları epeyce vaktimi alsa da, kafamdakine çok yakın bir post oluşturmayı kendimce başardım.
    Sıklıkla görüşmek üzere...







16 Mart 2012 Cuma

Reha Erdem Sineması

  
  Sinema grubumuzla bir yönetmen seçip, filmlerini 3 hafta boyunca üst üste izleyip, yönetmenin bakış açısı, gelişimi ve yönelimi üzerine konuşmayı sanırım çok seviyoruz.  Severek analizlerini yaptığım Woody Allen filmlerinden sonra, yine yönetmenden gidelim dedik ve sınırımızı bu defa "Türk Yönetmen" olarak belirledik. Aklımıza ilk gelenler, Zeki Demirkubuz, Ferzan Özpetek, Nuri Bilge Ceylan ve Reha Erdem'di. Küçük bir fikir alışverişi sonrası Reha Erdem'de karar kıldık ve yönetmenin, yine severek yazacağım, "Kaç Para Kaç", "Korkuyorum Anne" ve "Hayat Var" filmlerini seçtik. 
 Öncelikle Reha Erdemi kısa biyografisiyle arz-ı endam ettireyim de, sonrasında yönetmenin filmografisine ve şimdiye dek çektiği filmlerin kısa özetlerine gireceğim. Zira adeti bozmayarak, yukarı da bahsettiğim 3 filminin analizini gelecek postlarımda uzun uzun yapacağım. 
   Film yönetmeni ve senarist olan Reha Erdem, 1960 İstanbul doğumlu. Lise öğrenimini Galatasaray Lisesi'nde tamamlayan Erdem, Boğaziçi Üniversitesi'ndeki tarih eğitimini yarıda bırakıp, 1983 yılında Paris'e gittmiştir. Paris VIII Üniversitesi'nde sinema bölümünü bitirdikten sonra, Plastik Sanatlar bölümünde yüksek lisans yapmıştır. Film çekmediği uzun yıllar boyunca reklam filmi yönetmenliği yapan Reha Erdem, eşi Nilüfer Güngörmüş ile birlikte yazdığı Korkuyorum Anne filminin senaryosu dışındaki tüm filmlerinin senaryosunu kendisi yazmıştır. Filmlerinin senaryosunu yazıp yöneten Reha Erdem, Beş Vakit ve Kosmos filmlerinin kurgusunu, Hayat Var filminin hem kurgusunu hem ses tasarımını kendisi yapmış; ilk uzun metrajlı filmi Fransız-Türk ortak yapımı A Ay'ı 1989 yılında çekmiştir. Aşağıda yönetmenin 1995 yılında çektiği "Deniz Türküsü" ve 2006 yılında çektiği "Ekimde Hiç Bir Kere" isimli iki kısa filmi hariç,  günümüze kadar çektiği tüm uzun metrajlı filmlerinin künyeleri yer almaktadır.


A Ay
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı-Süre: 1989, 100 Dk, Fransız-Türk ortak yapımı
Senaryo   : Reha Erdem 
Oyuncular: Yeşim Tozan, Gülsen Tuncer, Nurinisa Yıldırım, Arif Pişkin, Münir Özkul
Görüntü Yönetmeni: Uğur Eruzun
Müzik: Denis Bisson
Ödülleri: Nantes Three Continents Festival (Silver Montgolfiere-Reha Erdem)
Özet  : Yekta yıkılmaya yüz tutmuş metruk bir köşkte,derin bir nostaljiye tutunmuş teyzesi Nükhet Seza ile birlikte yaşamaktadır. Annesi meçhul bir şekilde kaybolan Yekta'yı diğer teyzesi Nehir bu köşkten kurtarmaya ve Burgaz Ada'daki evine yerleştirmeye çalışmaktadır. Yekta  hayal ve gerçeğin iç içe geçtiği bu evde aslında mutludur ve bu durum kız kardeşiyle sürekli sürtüşen Nükhet Seza'nın da gizli gizli hoşuna gitmektedir. Ancak Yekta kendisine yasaklanan odaya girip annesini gördüğünü söylemeye başlayınca, işin rengi değişmeye başlar. (Bilgiler buradan)


 Kaç Para Kaç
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı, Süre: 1999, 100 Dk.
Senaryo: Reha Erdem 
Oyuncular: Taner Birsel, Bennu Yıldırımlar, Zuhal Gencer, Ara Güler, Serra Yılmaz, Sevin   Okyay, Engin Alkan Ali Düşenkalkar
Görüntü Yönetmeni: Florent Herry
Müzik: Pressure Drop
Özet: Bir gömlekçi dükkanını işleten, kendi halinde, sıradan, monoton bir yaşam süren Selim ve karısı Ayla'nın hayatına büyük bir para girer. Para; evlenmiş, boşanmış, bodrum katında annesiyle yaşayan, gündüzleri vitrin gezen ve dış dünyayla tek ilişkisi televizyon olan komşuları Nihal'i de etkiler. Ve küçük yaşantılarına giren bu büyük paranın, küçük bir suçu ve büyük bir trajediyi getirmesi kaçınılmaz bir hal alır. (Bilgiler buradan.)


Korkuyorum Anne
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı, Süre: 2004, 128 Dk.
Senaryo   : Reha Erdem
Oyuncular: Ali Düşenkalkar, Işıl Yücesoy, Köksal Engür, Şenay Gürler, Arzu Bazman, Aydoğan Oflu
Görüntü Yönetmeni: Florent Herry
Ödülleri: Ankara Uluslararası Film Festivali( En iyi Yönetmen, Erkek Oyuncu, Senaryo, Yardımcı Erkek Oyuncu, Yardımcı Kadın Oyuncu, Umut Vadeden Oyuncu), Antalya Altın Portakal Film Festivali(En İyi Senaryo, Jüri Özel Ödülü, Sanat Yönetimi, Kostüm Tasarımı) İstanbul Uluslararası Film Festivali (Fibresci Ödülü), Adana Altın Koza Film Festivali (En İyi Senaryo)
Özeti : Ali, geçirdiği bir kaza sonucu hafızasını kaybeder. Çevresindeki herkes, kendilerini Ali'nin kafa karışıklığı ile gelen bir karmaşanın içinde bulurlar. Elden ele dolaşan, sahibini arayan değerli bir yüzük, uzak bir hırsızlık hikâyesi ve yalan bir polis soruşturması da işin içine girince İstanbul'da bir mahalle halkı entrikalarla baş başa kalır. (Bilgiler buradan, detaylı bilgi filmin sitesinde, lütfen knock knock)


Beş Vakit
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı, Süre: 2006, 111 Dk.
Senaryo: Reha Erdem
Oyuncular: Özkan Özen, Ali Bey Kayalı, Elit İşcan, Bülent Emin Yarar, Taner Birsel, Yiğit Özşener, Selma Ergeç
Görüntü Yönetmeni: Florent Herry
Ödülleri: İstanbul Uluslararası Film Festivali( Fibresci Ödülü-Reha Erdem, Altın Lale- En İyi Film), :Mannheim-Heidelberg Uluslararası Film Festivali (Mansiyon Ödülü-Florent Herry), adana Altın Koza Film Festivali (En İyi Senaryo, En İyi Film)
Özet: Sırtını yüksek kayalıklara dayamış, yüzünü yüce bir denize dönmüş, etekleri zeytinliklerle süslü küçük fakir bir köy. Köyün sakinleri sert bir coğrafyayla başa çıkmak için uğraş veren, sade ve çalışkan insanlardır. Yiyeceklerini, günü gününe, topraktan ve besledikleri az sayıdaki hayvandan çıkarırlar. Çevrelerindeki hayvanlar ve ağaçlar gibi kendilerinin de gelip geçici olduklarının bilgisini taşırlar. Bu yüzden ağırbaşlıdırlar. Toprak, hava ve suyun, gecenin, gündüzün ve mevsimlerin ritmine göre yaşarlar. Zaman her gün ezan sesiyle beş ayrı vakte bölünür. İnsana özgü bütün olaylar her gün bu beş vakit dilimi içinde yaşanır. Yetişkinler büyüklerinden gördüklerini çocukları üzerinde devam ettirirler. Sevgilerini beceriksizce gösterip, dayağı cennetten çıkma sayarlar. Babalar daima oğullarından birini ötekine üstün tutar. Anneler kızlarına acımasızca buyurur. Çocukluktan gençliğe geçen, 12-13 yaşlarında üç çocuk Ömer, Yakup ve Yıldız bu beş vakitli filmde, köy sakinleri arasında öne çıkar. İmamının oğlu Ömer umutsuzca babasının ölmesini diler. Sadece dilemekle onun ölmeyeceğini anlayınca babasını öldürmek için çocukça yollar aramaya koyulur. Suçluluk dolu düşüncelerini arkadaşı Yakup’la paylaşır. Öğrenciler köyün tek sınıflı okulunda öğrenim görür. Aileler, genç bir kadın olan öğretmene minnettarlıklarını evlerinde pişirdikleri ekmeği, koyunlarının sütünü hediye ederek gösterirler. Yakup öğretmenine aşıktır. Suçluluk dolu düşüncelerini arkadaşı Ömer’den bile gizlemeye çalışır. Bir gün babasını öğretmeni gözetlerken görünce o da Ömer gibi babasını öldürmeyi aklından geçirir. Yıldız hem okula devam eder, hem de annesinin acımasızca üstüne yıktığı işlerin üstesinden gelmeye çabalar. Küçük bir bebek olan kardeşine annelik etmeye çalışır. Bir taraftan da kadınlarla erkekler arasındaki ilişkinin sırlarını irkilerek öğrenir.Beş vakit geçer. Çocuklar öfkeyle suçluluk arasında gidip gelerek, ağır ağır büyürler. Ömer babasını öldürmekten vazgeçer. Sevgiyle nefret arasında sıkışmış, çaresiz ağlar. (Bilgiler buradandetaylı bilgi filmin sitesinde, lütfen knock knock)

Hayat Var
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı, Süre: 2008, 121 Dk.
Senaryo: Reha Erdem
Oyuncular: Elit İşcan, Erdal Beşikçioğlu, Levent Yılmaz, Banu Fotocan, Handan Karaadam, Nebil Sayın, Erhan Tekin Metin Yıldırım, Aynur Tokluoğlu, Önder Açıkbaş.
Görüntü Yönetmeni: Florent Herry
Ödülleri: 3. Yeşilçam Ödülleri(En İyi Yönetmen), Antalya Altın Portakal Film Festivali( SİYAD Jüri Özel Ödülü), Sinema Yazarları Derneği Ödülleri (En İyi Fİlm, En İyi Yönetim, En İyi Kurgu). Filmin ödüllerini en detaylı veren kaynak  için lütfen knock knock 
Özet: Hayat, babası ve yatalak dedesi ile birlikte, nefes kesici güzellikteki İstanbul Boğazı'na açılan bir dere ağzına kurulmuş, derme çatma ahşap bir evde yaşamaktadır. Boğaz güzel olduğu kadar da karanlık ve tehlikelidir. Babası ailenin hayatta kalmasını sağlamak için küçük teknesiyle bu sularda balıkçılık yaparken, bir taraftan da birtakım yasa dışı işlere girip çıkar. Hayat bu zorlu, sert ve acımasız dünyaya doğmuştur ama yaşama sıkı sıkıya sarılır. Dünyadaki adaletsizliklere karşı cesaretini, dayanıklılığını ve umudunu yitirmez. (Bilgiler buradandetaylı bilgi filmin sitesinde, lütfen knock knock)

Kosmos
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı, Süre: 2010, 122 Dk.
Senaryo: Reha Erdem
Oyuncular: Sermet Yeşil, Türkü Turan, Hakan Altuntaş
Görüntü Yönetmeni: Florent Herry
Ödülleri: Antalya Altın Portakal Film Festivali ( En İyi Görüntü Yönetmeni, Yönetmen, En İyi Film, Jüri Özel Ödülü- Ses Tasarımı), Yarevan Uluslararası Film Festivali(En İyi Film)
Özet: Kosmos, mucizeler yaratan bir hırsızın (Kosmos), zaman dışı sınır bir şehre her şeyden kaçıp yerleşmesinden sonra başından geçenleri anlatıyor. (Bilgiler buradan, detaylı bilgi filmin sitesinde, lütfen knock knock)



    Author Teorisi, "Her yönetmen filme kendini yazar." der. Kendi yazdığı senaryoları çeken, yani "Author Yönetmen" olarak bilinen Reha Erdem'le ilgili detayları yukarıda bahsettiğim, seçtiğimiz üç filmi üzerinden vermeye devam edeceğim. Bu post daha çok yönetmenin filmogfrafisi üzerine  genel ve bütünleyici olsun, fazla dağıtmayayım istedim. Zira "Kaç Para Kaç", "Korkuyorum Anne" ve "Hayat Var" filmlerinde epey dağıtmayı düşünüyorum.
     Şimdilik bu kadar, sıklıkla görüşmek üzere... 




9 Mart 2012 Cuma

Yönetmen:"Woody Allen", Film:"Midnight in Paris"

     Woody Allen'dan izleyeceğimiz son filmi 2000 sonrası izleyelim demiştik ki, yönetmenin gelişimini ve filmleri arasındaki anlatım farkını anlayabilmek adına, olmuşken son filmi olsun, kapanışımızın şanına yaraşsın dedik ve "Midnight in Paris"te karar kıldık (Bol resimli ve uzunca bir analiz olacak, zira durduramayacağım kendimi, affola :).
     Her zamanki gibi film künyesiyle başlayalım efendim;
Yönetmen: Woody Allen
Senaryo   : Woody Allen
Oyuncular: Owen Wilson, Rachel McAdams, Michael Sheen, Marion Cotillard.
Görüntü Yönetmeni: Darius Khondji
Uzun metrajlı film ABD , Tür: Komedi , Romantik
Süre: 100 dk Yapım yılı: 2011
Özet: Özet: Sonbaharda evlenecek olan Amerikalı nişanlı çift Gil ve Inez, Inez'in babasının iş gereği Paris'e gelmesini fırsat bilip, küçük bir tatil için bu gözde Avrupa şehrinin yolunu tutarlar. Başta her şey eğlence dolu bir Avrupa kentini gezmekten ibaretken, özellikle damat adayın Gil'in Paris caddelerinde gece yarısı yaşadığı gerçek üstü maceralar sadece onun değil tüm ailenin hayatını değiştirecektir... Zira bu genç adam, Paris’e büyük bir aşk beslemeye başlar ve edebiyatçı kimliği, tutkusu pekişir... Gil'in edebiyat dünyasında karşılaştığı yıldızları Marion Cotillard, Kathy Bates, Carla Bruni, Adrien Brody gibi zengin bir oyuncu kadrosu canlandırıyor. Eğer siz de edebiyat ve sanatseverseniz, Woody Allen tarzı komik dokunuşlarla bezenmiş bu filmde Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Salvador Dali gibi büyük isimlere de rastlamaktan büyük keyif alacaksınız... Künye buradan, daha detaylı künye olsaydı iyi olurdu diyenler için lütfen knock knock!.

        Lise yıllarında sıklıkla duyduğumuz "Şair burada kime sesleniyor?" cümlesini sanırım hepimiz hatırlıyoruzdur (ben hala merak ettiğim bir konuda bu kalıbı sıklıkla kullanırım :) Woody Allen "Midnight in Paris"te de şaşırtmıyor ve yine kendine sesleniyor. Öyle ki Owen Wilson'ı da kendisi gibi oynatıyor, Gil(Owen Wilson) Woody Allen gibi hareket ediyor, konuşuyor ve giyiniyor, hatta kusurlu yüz hatlarıyla biraz da onu andırıyor. Bununla birlikte Gil, geçmişe(nostalji)bağlılık ve entelektüelite gibi konularda oldukça romantik ve alıngan, tıpkı Woody Allen gibi. Şimdi yazarken anlıyorum da sanki Owen Wilson'u değil de, Woody Allen'ı görmüşüm ve öyle izlemişim filmi. Filmde arada kalmış, yazmaya çalıştığı roman için, manevi anlamda sürekli onay arayan ve beklediği onayı alamayacak olma ihtimalinin kaygısıyla romanını kimseye okutmayan Gil, kendisini ve hissettiklerini anlamaktan aciz, hayata ve kendi bakış açısına pek çok noktada zıt bir kadınla nişanlıdır. Nişanlısının ailesiyle birlikte geldiği Paris ise, Gil'in hayallerinin ve ihtiyacı olan nostaljinin tavan yaptığı şehirdir, öyle ki Gil, sık sık Paris'te yaşama isteğini nişanlısı Inez ile paylaşır, ancak Inez Amerika'da yaşama konusunda ısrarcıdır.

       '20'lerin  ihtişamlı (entelektüel anlamda) Paris'ine olan merakını, hayranlığını ve o dönemde Paris'te yaşama isteğini sıklıkla dile getiren Gil,  bir gece Paris sokaklarında dolaşırken, yoldan geçen bir arabanın içindeki kişiler, sokak merdiveninin önünde bekleyen Gil'e seslenerek onu kendileriyle gelmesi için ikna eder. Filmde Gil'i her gece yarısı aynı yerden alan farklı arabalar, 1920'lerin Paris'ine götürür ve Gil hayranı olduğu pek çok insanın bohem hayatına tanıklık etme ve onlarla tanışma fırsatı bulur. Yukarıda sağ alt resimde ünlü realist yazar Ernest Hemingway, Amerikalı modern edebiyatın öncüsü Gertrud Stein (ki, Picasso'nun eserlerinde, Stein'in kitaplarından etkilenip eserlerinde modernleşmeyi kullandığı iddia ediliyormuş) ve kahramanımız Gil'i görüyoruz. Gil, kitabını değerlendirmesi için Hemingway'den yardım ister ama Hemingway reddeder. Gil'e,  romanını değerlendirmesi için Gertrud Stein'in yardımcı olabileceğini, kendi kitapları için sadece Stein'e güvendiğini söyleyip, Gil'i Gertrud Stein ile tanıştırır. Bana göre filmin en önemli mesajlarından birini de yine, Gil'in yazdığı romanla ilgili kaygısını düşürmek için, Stein'in Gil'e ithafen söylediği şu cümleler veriyor: "Hepimiz ölümden korkuyor ve evrendeki yerimizi sorguluyoruz. Sanatçının görevi umutsuzluğa düşmek değil, bilakis varlığın boşluğunun panzehirini bulmak."

         Gertrud Stein'in evinde Pablo Picasso ile tanışan Gil, Picasso'nun sevgilisi olan ve modayla ilgilenen,  Adriana'yı (Marion Cotillard'ın pırıl pırıl Fransız tarzı yine enfes) da aynı zamanda tanır ve etkilenir. Adriana ise Belle Epoque döneminde (19.yy'ın başından, I. Dünya Savaşı'na kadar olan, sanatta güzelliğin ve deneyselciliğin hakim olduğu altın çağ) yaşamak isteyen ve Gil gibi nostaljiyi seven, zamanının kadını olmadığına inanan romantik bir kadındır. Bu arada filmde Pablo Picasso'nun tabloları üzerine yapılan konuşmalardan,  sanatınının inceden tiye alındığını da hissediyoruz (küçük burjuva perspektifi) ve Adriana'ya olan aşkının verilişi açısından, daha çok kadınlara olan zaafı üzerinden Picasso'nun değerlendirildiğini seziyoruz.


        Bu arada kişiliği konusunda tam da anlatıldığı gibi, sert mizaçlı, düşündüğü her neyse insanlarla anında paylaşan Ernest Hemingway, ölüm ve korkular gibi konularda son derece gerçekçi, kısa ve net cümleler sarf ediyor. Alkol, kadınlar ve boks ise Hemingway'in karakterini tamamlayan diğer özellikleri olarak filmde verilmiş. Öyle ki yine Hemingway'in yakın dostu olduğu bilinen İspanyol matodor, Juan Belmonte'yi bile bir ara görebiliyoruz. Hemingway ile ilgili bu verdiğim detaylar, filmde 1920'lerin tüm ünlü karakterleri için geçerli. Bu anlamda, Woody Allen'ın, tüm bu sanatçılarla ilgili, uğraştıkları sanat dışında, karakteristik özellikleri hakkında çok sıkı çalıştığı söylenebilir.


        Gelelim keyfime keyif katan, Gil'i resmen kıskanmama neden olan bölümlere. Saymakla bitirmeye çalışacağım, Gil'in karşılaştığı kişileri :). Gil'in ilk karşılaştığı kişiler, önemli edebiyatçılar, yukarıda sağ üst köşedeki karede görülen, Zelda ve Scott Fitzgerald çifti (Scott Fitzgerald'ın, E. Hemingway'in de yakın dostu olduğunu okumuştum). Filmde yazar çiftin inişli çıkışlı ilişkileri, Zelda Fitzgerald'ın nevrotik kişiliğinden kaynaklanan duygu durum değişikliklerinin, zaman zaman eşi S. Fitzgerald'ın yakın dostu Hemingway'le olan ilişkisini de etkilediğini hissediyoruz. Yukarıdaki karenin sol bölümünde bulunanlarsa, filmin en keyifli sohbetini yapan Luis Bunuel, Man Ray ve Salvador Dali. Adrien Brody'i, Dali rolünde gördüğümde ise "Ay!" diye bir tepki vermiştim, kısacık ama çok keyifli bir sahnesi var. Bu üç gerçeküstücünün, Dali'nin gergedan ve gözyaşı tablolarına yaptıkları göndermeler ve muhabbetleriyse tadından yenmiyor, pek leziz. T. S. Eliot (İngiliz Şair) ise Gil'in zamanda yolculuk yaptığı arabalardan birinde karşılaştığı kişi olarak bir sahnede karşımıza çıkıyor. Sağ alt resimde görülen karede, Adriana'nın yaşamak istediği Paris'in Belle Epoque döneminden, ünlü Fransız ressam, Henri de Toulouse-Lautrec'i görüyoruz. Ressam hakkında minik bir araştırma yapmıştım; esasında aristokrat olan Henri de Toulouse-Lautrec, fiziksel görüntüsü yüzünden, ait olduğu kesimden dışlanmış, bunun sonucunda da ressam, sıklıkla soluğu Moulin Rouje'da alırmış. Filmde Gil ve Adriana ile birlikte oturan ressam  Henri de Toulouse-Lautrec olduğu sahneye, daha sonra dönemin diğer ressamları Paul Gauguin(Van Gogh'un tek dostu) ve Edgar Degas da katılıyor ve böylece Belle Epoque döneminin ünlü ressamlarının buluştuğu nefis sahne ortaya çıkıyor.


      Filmde Gil'in geçmişe olan hayranlığının her dönem için geçerli olan bir duygu olduğunu ve nostaljinin şimdiki zamanı inkar yolu olduğunu kabul edişi de yine Belle Epoque döneminde tanıştığı ressam Edgar Degas sayesinde oluyor. Her dönemin yaşadığı dönemden tatminsiz ve umutsuz olduğunu, bir önceki döneme hayranlık duyduğunu ifade eden Degas, kendi dönemindeki gençlerin de hayal kurmaktan yoksun olduklarından yakınıyor, akabinde Gil'in kafasındaki ampul yanıyor ve kendiyle ilgili ihtiyacı olan farkındalığı kazanıyor. Bu noktada filmin, ana temasına hizmet eden alt başlıkları; aidiyet, nostalji, geçmişe bağlılık, modernizm ve ait olduğu zamanda sıkışmak olarak sıralanabilir.

     Görülen bu son iki kareyi de, Gil'in kendi gerçeğini kabul ettiğine, sonunda kendini gerçekleştirdiğine ve Paris'le bütünleştiğine ithafen seçtim. Bu arada bir de ona girersem, ucunu kaçırırım, toparlayamam dediğim, Paris görüntüleri var ki, kusursuz uzun planlardan oluşuyor, betimlemede zayıfımdır, izlenmeli diyorum. Ayrıca filmin genel rengini çok sevmekle birlikte, bahsi geçen dönemlerdeki renk değişimleriyse pek hoştu. Filmin, Carla Bruni'dir, oyuncuların çoğu Amerikalıdır vs. vs. gibi sadece Woody Allen'ın, Woody Allen olmasından mütevellit, filme yerleştirilen eleştirilebilecek detayları da yok değil. İlerleyen zamanlarda belki yeri geldiğinde bahsederim.
     Diğer bir detaysa kendimle ilgili, Gil karakteri dışında bu filmde karakterlerin kişilik özelliklerine çok girmedim, çünkü filmin "nostalji inkardır" olarak özetlenebilecek özgün fikri, fazlasıyla ilgimi çektiğinden filmde geçen sanatçıları anlatmak için biraz didaktik davrandım bu postta, affola. 

      Son bir detay da filmin afişinden gelsin, Vincent Van Gogh'un 1889'da Güney Fransa'da yaptığı  ve gece göğünü resmettiği "Starry Night" tablosunun gökyüzü bölümü filmin afişinde de kullanılmış. O dönemde halüsinasyonları ve depresyonu nedeniyle  akıl hastanesinde tedavi gören ve yakın arkadaşı Paul Gauguin  ile sık sık ateşli tartışmalar yaşayan Van Gogh'un, bu tabloyu o tartışmalardan birinin sonunda yaptığı da tabloyla ilgili dolaşan söylentiler arasında yer alıyor.

   Woody Allen'ın üç döneminden (70'ler, 80'ler ve 2010lardan), ustaya saygı babında yayınladığım postlarımın sonuncusu "Midnight in Paris" idi. Okuyanlar bilirler, sanırım ben Woody Allen'ı yazmaktan inanılmaz keyif aldım. Sabırla okuduğunuz için teşekkürler ve pek tabii keyifli seyirler. Sıklıkla görüşmek üzere... 

     Bitirirken Vanessa Paradis'ten gelsin o vakit: I Love Paris :)




2 Mart 2012 Cuma

Yönetmen:"Woody Allen", Film:"The Purple Rose of Cairo"

   "Woody Allen '80 ler" başlığı altında izlediğimiz ikinci film, Woody Allen’ın en sevdiği eseri olduğunu itiraf ettiği, yönetmenin hem komik, hem fantastik, hem de gerçekçi yapımlarını bir taşla vurduğu "The Purple Rose of Cairo" oldu. Yine büyük bir keyifle yazacağım bu  filme, her zamanki gibi film künyesiyle giriş yapmak isterim (Bu arada filmin afişi aşağıda gördüğümüz müdür bilmiyorum net olarak ama ben filmin afişi olmaya en yaraşır olanını paylaşayım dedim. Sanırım gerçek afişi bu: knock knock! ).

Yönetmen : Woody Allen 
Senaryo    : Woody Allen
Görüntü Yönetmeni: Gordon Willis
Müzik  : Gordon Willis
Uzun metrajlı film ABD 
Tür: Romantik-Fantastik
Süre: 85 dk Yapım yılı: 1985
Özet : Cecilia, 1930’ların ekonomik kriz dönemi Amerikası’nda, çok az para için ölümüne çalışan, işe yaramaz kocası tarafından sürekli taciz edilen mutsuz bir garsondur. Tek kaçışı, tutku derecesinde sevdiği sinemadır. Kahire’nin Mor Gülü isimli filmse favorisidir. Defalarca kez gittiği filmde bir gün baş karakter Tom Baxter perdeden inip gerçek hayata karışır. Üstelik Cecilia’ya aşık olur! (Künye beyazperde den, dah detaylı künye iserim diyenler için, lütfen knock knock!)

      Kahramanımız Cecilia (ki Mia Farrow karaktere hayat veriyor, çok naif, pırıl pırıl bir oyunculuk sergilemiş) ile başlayayım da filmin, şanı yürüsün. Cecilia, 30'lu yılların kriz dönemi Amerikası'nda yaşayan, çok az bir para için bir restaurantta çalışan, sürekli boyun eğdiği kocasının maddi-manevi zorbalıklarından bir şekilde fırsatını bulup kaçarak; sinemaya gelen her filmi, film sinemadan gidene kadar her akşam izlemeye giden, melankolik ve hayalleriyle yaşayan, sinema aşığı çaresiz bir kadındır. Cecilia, sinema, aktörler ve aktrisler hakkında, pek çok şey bilir ve filmlerle ilgili hissettiklerini anlatırken sıklıkla gerçeklikten yani kendinden uzaklaşır.

     İşte Cecilia'nın her akşam izlemeye gittiği "The Purple Rose of Cairo" filminin kahramanı kaşif Tom Baxter (itiraf: ne zaman "Tom Baxter" yazsam sesli söylüyorum, çok eğleniyorum:). Tom Baxter, yukarıdaki karelerde, Cecilia'nın filmi beşinci defa izlemeye geldiğini ve hüzününü farkedip, bir an önce özgürleşip filmden çıkmak istiyor. Bu noktada film fantastik-romantik-dramatik çerçevede düşünüldüğünde, türüne hizmet eden alt başlıkları; ekonomik kriz, düş-gerçek belirsizliği, yanılsama, sürrealizm, boyun eğicilik, melankoli, duygusal yoksunluk ve gerçekle yüzleşme olarak sıralanabilir diye düşünüyorum. Cecilia'nın yanılsaması gibi birden bire görülen sahne, tüm insanların Tom Baxter'ın filmden çıkışına şahit olmalarıyla gerçeğe dönüşüyor.

        Cecilia'nın kendi gerçeğinden koptuğu ve iyi hissettiği tek yer olan sinema, ona aklının ucundan geçmeyecek bir hediyeyi ve beraberinde yaşayacağı-yüzleşeceği en büyük ikilemi getirecektir. Yukarıdaki resimde, soldaki karede Cecilia için filmden çıkıp gerçek hayata karışan kaşif Tom Baxter'ı; sağdaki karede ise canlandırdığı Tom Baxter karakterini filme yeniden sokabilmek için uğraşan aktör Gil Sheperd'ı görüyoruz. Bu noktada, hayali karakter Tom Baxter'ın cebinden sahte para çıkmasından tutun da, araba kullanamamasına kadar, içinden çıktığı filmde yapıyormuş gibi göründüğü ama gerçekte kıvıramadığı pek çok şeye rağmen, Cecilia'ya duyduğu pırıl pırıl aşk sayesinde yerimizi hemen Tom Baxter'ın yanında alıveriyoruz. Çünkü Gil Shepherd, Tom Baxter'ı canlandıran ve asla Tom gibi olamayacak, hırslarına/kariyerine odaklı bir adam ve esasında Gil'in, Cecilia'ya vereceği muhtemel duygusal zararı, onunla tanıştığı sahneden itibaren seziyoruz.

       Gelelim Tom Baxter'ı sevme nedenim olan yukarıda görülen bu karelere... Filmde Tom Baxter'ın filmden çıkıp gerçek hayata karışmasına şaşırmasına şaşırmıştım ama, asıl beni rahatlatan ve belki de katarsis yaşamama neden olan olay yukarıdaki karelerde de görmüş olduğumuz gibi, Cecilia'nın, filme Tom sayesinde girmesi ve en eğlenceli sahnelere dahil olmasıydı. Cecilia'nın kendi gerçeğinden ve sıkıntılarından kaçarak, sinemaya gidip iyi hissettiği sahnelerde bizi de rahatlamış hissettiren Woody Allen, iyi hissetme hissimizi, Cecilia'yı Tom Baxter'ın oynadığı "The Purple Rose of Cairo" filminin içine girmesini sağlayarak bir tık öteye taşıyor.

      Ve finale yaklaşırken Cecilia'nın yaptığı tercih: "Geçen hafta sevilmiyordum. Şimdiyse iki insan beni seviyor. Hem de aynı iki insan." repliğiyle şekillenmeye başlıyor. Hatta öyle ki, arkada filmde oynayan diğer insanlar da Cecilia'ya Tom 'u seçmesini, onun harika bir insan olduğunu söylüyorlar. Gil'i seçerse, kendisinin perişan olacağını söyleyen Tom'a, Cecila'nın "İyi olacağına eminim, senin dünyanda hep işler bir şekilde yoluna girer.Her ne kadar ayartılmış olsam da ben gerçek biriyim. Gerçek dünyayı seçmek zorundayım." şeklindeki cevabı ise bence filmin gücünü aldığı ana fikrinin çerçevesini oluşturuyor ve bu küçücük, naif cümle izleyicide, büyük bir uyanışa neden oluyor.

        Gelelim Woody Allen'a... Film, yazımın başında da söylediğim gibi, baştan sona "ben Woody Allen'ın tüm filmlerinde ayrı ayrı anlatmaya çalıştığı şeyleri (fantastik, komik, gerçekçi) aynı anda anlatan filmiyim" diye bağırıyor. Bu anlamda Woody Allen'ın "The Purple Rose of Cairo, benim en sevdiğim filmimdir" sözlerini oldukça samimi buluyorum. Yalnız, filmlerinde bana Woody Allen güzellemeleri gibi gelen entelektüel detaylara bu filmde hemen hiç rastlamıyoruz. Bunu da zaten hali hazırda filmin kendisiyle ('30'larda Amerika'daki eknomik kriz, beyaz telefon detayı, diyaloglardaki ince göndermeler vb.), yapmayı başarmış, yine sinema ile gerçek yaşam arasındaki acımasız farkı ve sinemaya kendi bakışının nerede durduğunu gözler önüne sermiştir. 

Not:  Açıkçası filmin eleştirilecek bir kaç detayı var ama bilerek es geçiyorum, çünkü Cecilia karakteriyle pek çok noktada özdeşleştim ve karakteri anladım diyebilirim. Gerisi Woody Allen'ın teferruatı ve tasarrufu olarak kalsın diyorum.

         Sıklıkla görüşmek üzere...







Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...