16 Mart 2012 Cuma

Reha Erdem Sineması

  
  Sinema grubumuzla bir yönetmen seçip, filmlerini 3 hafta boyunca üst üste izleyip, yönetmenin bakış açısı, gelişimi ve yönelimi üzerine konuşmayı sanırım çok seviyoruz.  Severek analizlerini yaptığım Woody Allen filmlerinden sonra, yine yönetmenden gidelim dedik ve sınırımızı bu defa "Türk Yönetmen" olarak belirledik. Aklımıza ilk gelenler, Zeki Demirkubuz, Ferzan Özpetek, Nuri Bilge Ceylan ve Reha Erdem'di. Küçük bir fikir alışverişi sonrası Reha Erdem'de karar kıldık ve yönetmenin, yine severek yazacağım, "Kaç Para Kaç", "Korkuyorum Anne" ve "Hayat Var" filmlerini seçtik. 
 Öncelikle Reha Erdemi kısa biyografisiyle arz-ı endam ettireyim de, sonrasında yönetmenin filmografisine ve şimdiye dek çektiği filmlerin kısa özetlerine gireceğim. Zira adeti bozmayarak, yukarı da bahsettiğim 3 filminin analizini gelecek postlarımda uzun uzun yapacağım. 
   Film yönetmeni ve senarist olan Reha Erdem, 1960 İstanbul doğumlu. Lise öğrenimini Galatasaray Lisesi'nde tamamlayan Erdem, Boğaziçi Üniversitesi'ndeki tarih eğitimini yarıda bırakıp, 1983 yılında Paris'e gittmiştir. Paris VIII Üniversitesi'nde sinema bölümünü bitirdikten sonra, Plastik Sanatlar bölümünde yüksek lisans yapmıştır. Film çekmediği uzun yıllar boyunca reklam filmi yönetmenliği yapan Reha Erdem, eşi Nilüfer Güngörmüş ile birlikte yazdığı Korkuyorum Anne filminin senaryosu dışındaki tüm filmlerinin senaryosunu kendisi yazmıştır. Filmlerinin senaryosunu yazıp yöneten Reha Erdem, Beş Vakit ve Kosmos filmlerinin kurgusunu, Hayat Var filminin hem kurgusunu hem ses tasarımını kendisi yapmış; ilk uzun metrajlı filmi Fransız-Türk ortak yapımı A Ay'ı 1989 yılında çekmiştir. Aşağıda yönetmenin 1995 yılında çektiği "Deniz Türküsü" ve 2006 yılında çektiği "Ekimde Hiç Bir Kere" isimli iki kısa filmi hariç,  günümüze kadar çektiği tüm uzun metrajlı filmlerinin künyeleri yer almaktadır.


A Ay
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı-Süre: 1989, 100 Dk, Fransız-Türk ortak yapımı
Senaryo   : Reha Erdem 
Oyuncular: Yeşim Tozan, Gülsen Tuncer, Nurinisa Yıldırım, Arif Pişkin, Münir Özkul
Görüntü Yönetmeni: Uğur Eruzun
Müzik: Denis Bisson
Ödülleri: Nantes Three Continents Festival (Silver Montgolfiere-Reha Erdem)
Özet  : Yekta yıkılmaya yüz tutmuş metruk bir köşkte,derin bir nostaljiye tutunmuş teyzesi Nükhet Seza ile birlikte yaşamaktadır. Annesi meçhul bir şekilde kaybolan Yekta'yı diğer teyzesi Nehir bu köşkten kurtarmaya ve Burgaz Ada'daki evine yerleştirmeye çalışmaktadır. Yekta  hayal ve gerçeğin iç içe geçtiği bu evde aslında mutludur ve bu durum kız kardeşiyle sürekli sürtüşen Nükhet Seza'nın da gizli gizli hoşuna gitmektedir. Ancak Yekta kendisine yasaklanan odaya girip annesini gördüğünü söylemeye başlayınca, işin rengi değişmeye başlar. (Bilgiler buradan)


 Kaç Para Kaç
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı, Süre: 1999, 100 Dk.
Senaryo: Reha Erdem 
Oyuncular: Taner Birsel, Bennu Yıldırımlar, Zuhal Gencer, Ara Güler, Serra Yılmaz, Sevin   Okyay, Engin Alkan Ali Düşenkalkar
Görüntü Yönetmeni: Florent Herry
Müzik: Pressure Drop
Özet: Bir gömlekçi dükkanını işleten, kendi halinde, sıradan, monoton bir yaşam süren Selim ve karısı Ayla'nın hayatına büyük bir para girer. Para; evlenmiş, boşanmış, bodrum katında annesiyle yaşayan, gündüzleri vitrin gezen ve dış dünyayla tek ilişkisi televizyon olan komşuları Nihal'i de etkiler. Ve küçük yaşantılarına giren bu büyük paranın, küçük bir suçu ve büyük bir trajediyi getirmesi kaçınılmaz bir hal alır. (Bilgiler buradan.)


Korkuyorum Anne
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı, Süre: 2004, 128 Dk.
Senaryo   : Reha Erdem
Oyuncular: Ali Düşenkalkar, Işıl Yücesoy, Köksal Engür, Şenay Gürler, Arzu Bazman, Aydoğan Oflu
Görüntü Yönetmeni: Florent Herry
Ödülleri: Ankara Uluslararası Film Festivali( En iyi Yönetmen, Erkek Oyuncu, Senaryo, Yardımcı Erkek Oyuncu, Yardımcı Kadın Oyuncu, Umut Vadeden Oyuncu), Antalya Altın Portakal Film Festivali(En İyi Senaryo, Jüri Özel Ödülü, Sanat Yönetimi, Kostüm Tasarımı) İstanbul Uluslararası Film Festivali (Fibresci Ödülü), Adana Altın Koza Film Festivali (En İyi Senaryo)
Özeti : Ali, geçirdiği bir kaza sonucu hafızasını kaybeder. Çevresindeki herkes, kendilerini Ali'nin kafa karışıklığı ile gelen bir karmaşanın içinde bulurlar. Elden ele dolaşan, sahibini arayan değerli bir yüzük, uzak bir hırsızlık hikâyesi ve yalan bir polis soruşturması da işin içine girince İstanbul'da bir mahalle halkı entrikalarla baş başa kalır. (Bilgiler buradan, detaylı bilgi filmin sitesinde, lütfen knock knock)


Beş Vakit
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı, Süre: 2006, 111 Dk.
Senaryo: Reha Erdem
Oyuncular: Özkan Özen, Ali Bey Kayalı, Elit İşcan, Bülent Emin Yarar, Taner Birsel, Yiğit Özşener, Selma Ergeç
Görüntü Yönetmeni: Florent Herry
Ödülleri: İstanbul Uluslararası Film Festivali( Fibresci Ödülü-Reha Erdem, Altın Lale- En İyi Film), :Mannheim-Heidelberg Uluslararası Film Festivali (Mansiyon Ödülü-Florent Herry), adana Altın Koza Film Festivali (En İyi Senaryo, En İyi Film)
Özet: Sırtını yüksek kayalıklara dayamış, yüzünü yüce bir denize dönmüş, etekleri zeytinliklerle süslü küçük fakir bir köy. Köyün sakinleri sert bir coğrafyayla başa çıkmak için uğraş veren, sade ve çalışkan insanlardır. Yiyeceklerini, günü gününe, topraktan ve besledikleri az sayıdaki hayvandan çıkarırlar. Çevrelerindeki hayvanlar ve ağaçlar gibi kendilerinin de gelip geçici olduklarının bilgisini taşırlar. Bu yüzden ağırbaşlıdırlar. Toprak, hava ve suyun, gecenin, gündüzün ve mevsimlerin ritmine göre yaşarlar. Zaman her gün ezan sesiyle beş ayrı vakte bölünür. İnsana özgü bütün olaylar her gün bu beş vakit dilimi içinde yaşanır. Yetişkinler büyüklerinden gördüklerini çocukları üzerinde devam ettirirler. Sevgilerini beceriksizce gösterip, dayağı cennetten çıkma sayarlar. Babalar daima oğullarından birini ötekine üstün tutar. Anneler kızlarına acımasızca buyurur. Çocukluktan gençliğe geçen, 12-13 yaşlarında üç çocuk Ömer, Yakup ve Yıldız bu beş vakitli filmde, köy sakinleri arasında öne çıkar. İmamının oğlu Ömer umutsuzca babasının ölmesini diler. Sadece dilemekle onun ölmeyeceğini anlayınca babasını öldürmek için çocukça yollar aramaya koyulur. Suçluluk dolu düşüncelerini arkadaşı Yakup’la paylaşır. Öğrenciler köyün tek sınıflı okulunda öğrenim görür. Aileler, genç bir kadın olan öğretmene minnettarlıklarını evlerinde pişirdikleri ekmeği, koyunlarının sütünü hediye ederek gösterirler. Yakup öğretmenine aşıktır. Suçluluk dolu düşüncelerini arkadaşı Ömer’den bile gizlemeye çalışır. Bir gün babasını öğretmeni gözetlerken görünce o da Ömer gibi babasını öldürmeyi aklından geçirir. Yıldız hem okula devam eder, hem de annesinin acımasızca üstüne yıktığı işlerin üstesinden gelmeye çabalar. Küçük bir bebek olan kardeşine annelik etmeye çalışır. Bir taraftan da kadınlarla erkekler arasındaki ilişkinin sırlarını irkilerek öğrenir.Beş vakit geçer. Çocuklar öfkeyle suçluluk arasında gidip gelerek, ağır ağır büyürler. Ömer babasını öldürmekten vazgeçer. Sevgiyle nefret arasında sıkışmış, çaresiz ağlar. (Bilgiler buradandetaylı bilgi filmin sitesinde, lütfen knock knock)

Hayat Var
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı, Süre: 2008, 121 Dk.
Senaryo: Reha Erdem
Oyuncular: Elit İşcan, Erdal Beşikçioğlu, Levent Yılmaz, Banu Fotocan, Handan Karaadam, Nebil Sayın, Erhan Tekin Metin Yıldırım, Aynur Tokluoğlu, Önder Açıkbaş.
Görüntü Yönetmeni: Florent Herry
Ödülleri: 3. Yeşilçam Ödülleri(En İyi Yönetmen), Antalya Altın Portakal Film Festivali( SİYAD Jüri Özel Ödülü), Sinema Yazarları Derneği Ödülleri (En İyi Fİlm, En İyi Yönetim, En İyi Kurgu). Filmin ödüllerini en detaylı veren kaynak  için lütfen knock knock 
Özet: Hayat, babası ve yatalak dedesi ile birlikte, nefes kesici güzellikteki İstanbul Boğazı'na açılan bir dere ağzına kurulmuş, derme çatma ahşap bir evde yaşamaktadır. Boğaz güzel olduğu kadar da karanlık ve tehlikelidir. Babası ailenin hayatta kalmasını sağlamak için küçük teknesiyle bu sularda balıkçılık yaparken, bir taraftan da birtakım yasa dışı işlere girip çıkar. Hayat bu zorlu, sert ve acımasız dünyaya doğmuştur ama yaşama sıkı sıkıya sarılır. Dünyadaki adaletsizliklere karşı cesaretini, dayanıklılığını ve umudunu yitirmez. (Bilgiler buradandetaylı bilgi filmin sitesinde, lütfen knock knock)

Kosmos
Yönetmen: Reha Erdem
Yapım Yılı, Süre: 2010, 122 Dk.
Senaryo: Reha Erdem
Oyuncular: Sermet Yeşil, Türkü Turan, Hakan Altuntaş
Görüntü Yönetmeni: Florent Herry
Ödülleri: Antalya Altın Portakal Film Festivali ( En İyi Görüntü Yönetmeni, Yönetmen, En İyi Film, Jüri Özel Ödülü- Ses Tasarımı), Yarevan Uluslararası Film Festivali(En İyi Film)
Özet: Kosmos, mucizeler yaratan bir hırsızın (Kosmos), zaman dışı sınır bir şehre her şeyden kaçıp yerleşmesinden sonra başından geçenleri anlatıyor. (Bilgiler buradan, detaylı bilgi filmin sitesinde, lütfen knock knock)



    Author Teorisi, "Her yönetmen filme kendini yazar." der. Kendi yazdığı senaryoları çeken, yani "Author Yönetmen" olarak bilinen Reha Erdem'le ilgili detayları yukarıda bahsettiğim, seçtiğimiz üç filmi üzerinden vermeye devam edeceğim. Bu post daha çok yönetmenin filmogfrafisi üzerine  genel ve bütünleyici olsun, fazla dağıtmayayım istedim. Zira "Kaç Para Kaç", "Korkuyorum Anne" ve "Hayat Var" filmlerinde epey dağıtmayı düşünüyorum.
     Şimdilik bu kadar, sıklıkla görüşmek üzere... 




9 Mart 2012 Cuma

Yönetmen:"Woody Allen", Film:"Midnight in Paris"

     Woody Allen'dan izleyeceğimiz son filmi 2000 sonrası izleyelim demiştik ki, yönetmenin gelişimini ve filmleri arasındaki anlatım farkını anlayabilmek adına, olmuşken son filmi olsun, kapanışımızın şanına yaraşsın dedik ve "Midnight in Paris"te karar kıldık (Bol resimli ve uzunca bir analiz olacak, zira durduramayacağım kendimi, affola :).
     Her zamanki gibi film künyesiyle başlayalım efendim;
Yönetmen: Woody Allen
Senaryo   : Woody Allen
Oyuncular: Owen Wilson, Rachel McAdams, Michael Sheen, Marion Cotillard.
Görüntü Yönetmeni: Darius Khondji
Uzun metrajlı film ABD , Tür: Komedi , Romantik
Süre: 100 dk Yapım yılı: 2011
Özet: Özet: Sonbaharda evlenecek olan Amerikalı nişanlı çift Gil ve Inez, Inez'in babasının iş gereği Paris'e gelmesini fırsat bilip, küçük bir tatil için bu gözde Avrupa şehrinin yolunu tutarlar. Başta her şey eğlence dolu bir Avrupa kentini gezmekten ibaretken, özellikle damat adayın Gil'in Paris caddelerinde gece yarısı yaşadığı gerçek üstü maceralar sadece onun değil tüm ailenin hayatını değiştirecektir... Zira bu genç adam, Paris’e büyük bir aşk beslemeye başlar ve edebiyatçı kimliği, tutkusu pekişir... Gil'in edebiyat dünyasında karşılaştığı yıldızları Marion Cotillard, Kathy Bates, Carla Bruni, Adrien Brody gibi zengin bir oyuncu kadrosu canlandırıyor. Eğer siz de edebiyat ve sanatseverseniz, Woody Allen tarzı komik dokunuşlarla bezenmiş bu filmde Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Salvador Dali gibi büyük isimlere de rastlamaktan büyük keyif alacaksınız... Künye buradan, daha detaylı künye olsaydı iyi olurdu diyenler için lütfen knock knock!.

        Lise yıllarında sıklıkla duyduğumuz "Şair burada kime sesleniyor?" cümlesini sanırım hepimiz hatırlıyoruzdur (ben hala merak ettiğim bir konuda bu kalıbı sıklıkla kullanırım :) Woody Allen "Midnight in Paris"te de şaşırtmıyor ve yine kendine sesleniyor. Öyle ki Owen Wilson'ı da kendisi gibi oynatıyor, Gil(Owen Wilson) Woody Allen gibi hareket ediyor, konuşuyor ve giyiniyor, hatta kusurlu yüz hatlarıyla biraz da onu andırıyor. Bununla birlikte Gil, geçmişe(nostalji)bağlılık ve entelektüelite gibi konularda oldukça romantik ve alıngan, tıpkı Woody Allen gibi. Şimdi yazarken anlıyorum da sanki Owen Wilson'u değil de, Woody Allen'ı görmüşüm ve öyle izlemişim filmi. Filmde arada kalmış, yazmaya çalıştığı roman için, manevi anlamda sürekli onay arayan ve beklediği onayı alamayacak olma ihtimalinin kaygısıyla romanını kimseye okutmayan Gil, kendisini ve hissettiklerini anlamaktan aciz, hayata ve kendi bakış açısına pek çok noktada zıt bir kadınla nişanlıdır. Nişanlısının ailesiyle birlikte geldiği Paris ise, Gil'in hayallerinin ve ihtiyacı olan nostaljinin tavan yaptığı şehirdir, öyle ki Gil, sık sık Paris'te yaşama isteğini nişanlısı Inez ile paylaşır, ancak Inez Amerika'da yaşama konusunda ısrarcıdır.

       '20'lerin  ihtişamlı (entelektüel anlamda) Paris'ine olan merakını, hayranlığını ve o dönemde Paris'te yaşama isteğini sıklıkla dile getiren Gil,  bir gece Paris sokaklarında dolaşırken, yoldan geçen bir arabanın içindeki kişiler, sokak merdiveninin önünde bekleyen Gil'e seslenerek onu kendileriyle gelmesi için ikna eder. Filmde Gil'i her gece yarısı aynı yerden alan farklı arabalar, 1920'lerin Paris'ine götürür ve Gil hayranı olduğu pek çok insanın bohem hayatına tanıklık etme ve onlarla tanışma fırsatı bulur. Yukarıda sağ alt resimde ünlü realist yazar Ernest Hemingway, Amerikalı modern edebiyatın öncüsü Gertrud Stein (ki, Picasso'nun eserlerinde, Stein'in kitaplarından etkilenip eserlerinde modernleşmeyi kullandığı iddia ediliyormuş) ve kahramanımız Gil'i görüyoruz. Gil, kitabını değerlendirmesi için Hemingway'den yardım ister ama Hemingway reddeder. Gil'e,  romanını değerlendirmesi için Gertrud Stein'in yardımcı olabileceğini, kendi kitapları için sadece Stein'e güvendiğini söyleyip, Gil'i Gertrud Stein ile tanıştırır. Bana göre filmin en önemli mesajlarından birini de yine, Gil'in yazdığı romanla ilgili kaygısını düşürmek için, Stein'in Gil'e ithafen söylediği şu cümleler veriyor: "Hepimiz ölümden korkuyor ve evrendeki yerimizi sorguluyoruz. Sanatçının görevi umutsuzluğa düşmek değil, bilakis varlığın boşluğunun panzehirini bulmak."

         Gertrud Stein'in evinde Pablo Picasso ile tanışan Gil, Picasso'nun sevgilisi olan ve modayla ilgilenen,  Adriana'yı (Marion Cotillard'ın pırıl pırıl Fransız tarzı yine enfes) da aynı zamanda tanır ve etkilenir. Adriana ise Belle Epoque döneminde (19.yy'ın başından, I. Dünya Savaşı'na kadar olan, sanatta güzelliğin ve deneyselciliğin hakim olduğu altın çağ) yaşamak isteyen ve Gil gibi nostaljiyi seven, zamanının kadını olmadığına inanan romantik bir kadındır. Bu arada filmde Pablo Picasso'nun tabloları üzerine yapılan konuşmalardan,  sanatınının inceden tiye alındığını da hissediyoruz (küçük burjuva perspektifi) ve Adriana'ya olan aşkının verilişi açısından, daha çok kadınlara olan zaafı üzerinden Picasso'nun değerlendirildiğini seziyoruz.


        Bu arada kişiliği konusunda tam da anlatıldığı gibi, sert mizaçlı, düşündüğü her neyse insanlarla anında paylaşan Ernest Hemingway, ölüm ve korkular gibi konularda son derece gerçekçi, kısa ve net cümleler sarf ediyor. Alkol, kadınlar ve boks ise Hemingway'in karakterini tamamlayan diğer özellikleri olarak filmde verilmiş. Öyle ki yine Hemingway'in yakın dostu olduğu bilinen İspanyol matodor, Juan Belmonte'yi bile bir ara görebiliyoruz. Hemingway ile ilgili bu verdiğim detaylar, filmde 1920'lerin tüm ünlü karakterleri için geçerli. Bu anlamda, Woody Allen'ın, tüm bu sanatçılarla ilgili, uğraştıkları sanat dışında, karakteristik özellikleri hakkında çok sıkı çalıştığı söylenebilir.


        Gelelim keyfime keyif katan, Gil'i resmen kıskanmama neden olan bölümlere. Saymakla bitirmeye çalışacağım, Gil'in karşılaştığı kişileri :). Gil'in ilk karşılaştığı kişiler, önemli edebiyatçılar, yukarıda sağ üst köşedeki karede görülen, Zelda ve Scott Fitzgerald çifti (Scott Fitzgerald'ın, E. Hemingway'in de yakın dostu olduğunu okumuştum). Filmde yazar çiftin inişli çıkışlı ilişkileri, Zelda Fitzgerald'ın nevrotik kişiliğinden kaynaklanan duygu durum değişikliklerinin, zaman zaman eşi S. Fitzgerald'ın yakın dostu Hemingway'le olan ilişkisini de etkilediğini hissediyoruz. Yukarıdaki karenin sol bölümünde bulunanlarsa, filmin en keyifli sohbetini yapan Luis Bunuel, Man Ray ve Salvador Dali. Adrien Brody'i, Dali rolünde gördüğümde ise "Ay!" diye bir tepki vermiştim, kısacık ama çok keyifli bir sahnesi var. Bu üç gerçeküstücünün, Dali'nin gergedan ve gözyaşı tablolarına yaptıkları göndermeler ve muhabbetleriyse tadından yenmiyor, pek leziz. T. S. Eliot (İngiliz Şair) ise Gil'in zamanda yolculuk yaptığı arabalardan birinde karşılaştığı kişi olarak bir sahnede karşımıza çıkıyor. Sağ alt resimde görülen karede, Adriana'nın yaşamak istediği Paris'in Belle Epoque döneminden, ünlü Fransız ressam, Henri de Toulouse-Lautrec'i görüyoruz. Ressam hakkında minik bir araştırma yapmıştım; esasında aristokrat olan Henri de Toulouse-Lautrec, fiziksel görüntüsü yüzünden, ait olduğu kesimden dışlanmış, bunun sonucunda da ressam, sıklıkla soluğu Moulin Rouje'da alırmış. Filmde Gil ve Adriana ile birlikte oturan ressam  Henri de Toulouse-Lautrec olduğu sahneye, daha sonra dönemin diğer ressamları Paul Gauguin(Van Gogh'un tek dostu) ve Edgar Degas da katılıyor ve böylece Belle Epoque döneminin ünlü ressamlarının buluştuğu nefis sahne ortaya çıkıyor.


      Filmde Gil'in geçmişe olan hayranlığının her dönem için geçerli olan bir duygu olduğunu ve nostaljinin şimdiki zamanı inkar yolu olduğunu kabul edişi de yine Belle Epoque döneminde tanıştığı ressam Edgar Degas sayesinde oluyor. Her dönemin yaşadığı dönemden tatminsiz ve umutsuz olduğunu, bir önceki döneme hayranlık duyduğunu ifade eden Degas, kendi dönemindeki gençlerin de hayal kurmaktan yoksun olduklarından yakınıyor, akabinde Gil'in kafasındaki ampul yanıyor ve kendiyle ilgili ihtiyacı olan farkındalığı kazanıyor. Bu noktada filmin, ana temasına hizmet eden alt başlıkları; aidiyet, nostalji, geçmişe bağlılık, modernizm ve ait olduğu zamanda sıkışmak olarak sıralanabilir.

     Görülen bu son iki kareyi de, Gil'in kendi gerçeğini kabul ettiğine, sonunda kendini gerçekleştirdiğine ve Paris'le bütünleştiğine ithafen seçtim. Bu arada bir de ona girersem, ucunu kaçırırım, toparlayamam dediğim, Paris görüntüleri var ki, kusursuz uzun planlardan oluşuyor, betimlemede zayıfımdır, izlenmeli diyorum. Ayrıca filmin genel rengini çok sevmekle birlikte, bahsi geçen dönemlerdeki renk değişimleriyse pek hoştu. Filmin, Carla Bruni'dir, oyuncuların çoğu Amerikalıdır vs. vs. gibi sadece Woody Allen'ın, Woody Allen olmasından mütevellit, filme yerleştirilen eleştirilebilecek detayları da yok değil. İlerleyen zamanlarda belki yeri geldiğinde bahsederim.
     Diğer bir detaysa kendimle ilgili, Gil karakteri dışında bu filmde karakterlerin kişilik özelliklerine çok girmedim, çünkü filmin "nostalji inkardır" olarak özetlenebilecek özgün fikri, fazlasıyla ilgimi çektiğinden filmde geçen sanatçıları anlatmak için biraz didaktik davrandım bu postta, affola. 

      Son bir detay da filmin afişinden gelsin, Vincent Van Gogh'un 1889'da Güney Fransa'da yaptığı  ve gece göğünü resmettiği "Starry Night" tablosunun gökyüzü bölümü filmin afişinde de kullanılmış. O dönemde halüsinasyonları ve depresyonu nedeniyle  akıl hastanesinde tedavi gören ve yakın arkadaşı Paul Gauguin  ile sık sık ateşli tartışmalar yaşayan Van Gogh'un, bu tabloyu o tartışmalardan birinin sonunda yaptığı da tabloyla ilgili dolaşan söylentiler arasında yer alıyor.

   Woody Allen'ın üç döneminden (70'ler, 80'ler ve 2010lardan), ustaya saygı babında yayınladığım postlarımın sonuncusu "Midnight in Paris" idi. Okuyanlar bilirler, sanırım ben Woody Allen'ı yazmaktan inanılmaz keyif aldım. Sabırla okuduğunuz için teşekkürler ve pek tabii keyifli seyirler. Sıklıkla görüşmek üzere... 

     Bitirirken Vanessa Paradis'ten gelsin o vakit: I Love Paris :)




2 Mart 2012 Cuma

Yönetmen:"Woody Allen", Film:"The Purple Rose of Cairo"

   "Woody Allen '80 ler" başlığı altında izlediğimiz ikinci film, Woody Allen’ın en sevdiği eseri olduğunu itiraf ettiği, yönetmenin hem komik, hem fantastik, hem de gerçekçi yapımlarını bir taşla vurduğu "The Purple Rose of Cairo" oldu. Yine büyük bir keyifle yazacağım bu  filme, her zamanki gibi film künyesiyle giriş yapmak isterim (Bu arada filmin afişi aşağıda gördüğümüz müdür bilmiyorum net olarak ama ben filmin afişi olmaya en yaraşır olanını paylaşayım dedim. Sanırım gerçek afişi bu: knock knock! ).

Yönetmen : Woody Allen 
Senaryo    : Woody Allen
Görüntü Yönetmeni: Gordon Willis
Müzik  : Gordon Willis
Uzun metrajlı film ABD 
Tür: Romantik-Fantastik
Süre: 85 dk Yapım yılı: 1985
Özet : Cecilia, 1930’ların ekonomik kriz dönemi Amerikası’nda, çok az para için ölümüne çalışan, işe yaramaz kocası tarafından sürekli taciz edilen mutsuz bir garsondur. Tek kaçışı, tutku derecesinde sevdiği sinemadır. Kahire’nin Mor Gülü isimli filmse favorisidir. Defalarca kez gittiği filmde bir gün baş karakter Tom Baxter perdeden inip gerçek hayata karışır. Üstelik Cecilia’ya aşık olur! (Künye beyazperde den, dah detaylı künye iserim diyenler için, lütfen knock knock!)

      Kahramanımız Cecilia (ki Mia Farrow karaktere hayat veriyor, çok naif, pırıl pırıl bir oyunculuk sergilemiş) ile başlayayım da filmin, şanı yürüsün. Cecilia, 30'lu yılların kriz dönemi Amerikası'nda yaşayan, çok az bir para için bir restaurantta çalışan, sürekli boyun eğdiği kocasının maddi-manevi zorbalıklarından bir şekilde fırsatını bulup kaçarak; sinemaya gelen her filmi, film sinemadan gidene kadar her akşam izlemeye giden, melankolik ve hayalleriyle yaşayan, sinema aşığı çaresiz bir kadındır. Cecilia, sinema, aktörler ve aktrisler hakkında, pek çok şey bilir ve filmlerle ilgili hissettiklerini anlatırken sıklıkla gerçeklikten yani kendinden uzaklaşır.

     İşte Cecilia'nın her akşam izlemeye gittiği "The Purple Rose of Cairo" filminin kahramanı kaşif Tom Baxter (itiraf: ne zaman "Tom Baxter" yazsam sesli söylüyorum, çok eğleniyorum:). Tom Baxter, yukarıdaki karelerde, Cecilia'nın filmi beşinci defa izlemeye geldiğini ve hüzününü farkedip, bir an önce özgürleşip filmden çıkmak istiyor. Bu noktada film fantastik-romantik-dramatik çerçevede düşünüldüğünde, türüne hizmet eden alt başlıkları; ekonomik kriz, düş-gerçek belirsizliği, yanılsama, sürrealizm, boyun eğicilik, melankoli, duygusal yoksunluk ve gerçekle yüzleşme olarak sıralanabilir diye düşünüyorum. Cecilia'nın yanılsaması gibi birden bire görülen sahne, tüm insanların Tom Baxter'ın filmden çıkışına şahit olmalarıyla gerçeğe dönüşüyor.

        Cecilia'nın kendi gerçeğinden koptuğu ve iyi hissettiği tek yer olan sinema, ona aklının ucundan geçmeyecek bir hediyeyi ve beraberinde yaşayacağı-yüzleşeceği en büyük ikilemi getirecektir. Yukarıdaki resimde, soldaki karede Cecilia için filmden çıkıp gerçek hayata karışan kaşif Tom Baxter'ı; sağdaki karede ise canlandırdığı Tom Baxter karakterini filme yeniden sokabilmek için uğraşan aktör Gil Sheperd'ı görüyoruz. Bu noktada, hayali karakter Tom Baxter'ın cebinden sahte para çıkmasından tutun da, araba kullanamamasına kadar, içinden çıktığı filmde yapıyormuş gibi göründüğü ama gerçekte kıvıramadığı pek çok şeye rağmen, Cecilia'ya duyduğu pırıl pırıl aşk sayesinde yerimizi hemen Tom Baxter'ın yanında alıveriyoruz. Çünkü Gil Shepherd, Tom Baxter'ı canlandıran ve asla Tom gibi olamayacak, hırslarına/kariyerine odaklı bir adam ve esasında Gil'in, Cecilia'ya vereceği muhtemel duygusal zararı, onunla tanıştığı sahneden itibaren seziyoruz.

       Gelelim Tom Baxter'ı sevme nedenim olan yukarıda görülen bu karelere... Filmde Tom Baxter'ın filmden çıkıp gerçek hayata karışmasına şaşırmasına şaşırmıştım ama, asıl beni rahatlatan ve belki de katarsis yaşamama neden olan olay yukarıdaki karelerde de görmüş olduğumuz gibi, Cecilia'nın, filme Tom sayesinde girmesi ve en eğlenceli sahnelere dahil olmasıydı. Cecilia'nın kendi gerçeğinden ve sıkıntılarından kaçarak, sinemaya gidip iyi hissettiği sahnelerde bizi de rahatlamış hissettiren Woody Allen, iyi hissetme hissimizi, Cecilia'yı Tom Baxter'ın oynadığı "The Purple Rose of Cairo" filminin içine girmesini sağlayarak bir tık öteye taşıyor.

      Ve finale yaklaşırken Cecilia'nın yaptığı tercih: "Geçen hafta sevilmiyordum. Şimdiyse iki insan beni seviyor. Hem de aynı iki insan." repliğiyle şekillenmeye başlıyor. Hatta öyle ki, arkada filmde oynayan diğer insanlar da Cecilia'ya Tom 'u seçmesini, onun harika bir insan olduğunu söylüyorlar. Gil'i seçerse, kendisinin perişan olacağını söyleyen Tom'a, Cecila'nın "İyi olacağına eminim, senin dünyanda hep işler bir şekilde yoluna girer.Her ne kadar ayartılmış olsam da ben gerçek biriyim. Gerçek dünyayı seçmek zorundayım." şeklindeki cevabı ise bence filmin gücünü aldığı ana fikrinin çerçevesini oluşturuyor ve bu küçücük, naif cümle izleyicide, büyük bir uyanışa neden oluyor.

        Gelelim Woody Allen'a... Film, yazımın başında da söylediğim gibi, baştan sona "ben Woody Allen'ın tüm filmlerinde ayrı ayrı anlatmaya çalıştığı şeyleri (fantastik, komik, gerçekçi) aynı anda anlatan filmiyim" diye bağırıyor. Bu anlamda Woody Allen'ın "The Purple Rose of Cairo, benim en sevdiğim filmimdir" sözlerini oldukça samimi buluyorum. Yalnız, filmlerinde bana Woody Allen güzellemeleri gibi gelen entelektüel detaylara bu filmde hemen hiç rastlamıyoruz. Bunu da zaten hali hazırda filmin kendisiyle ('30'larda Amerika'daki eknomik kriz, beyaz telefon detayı, diyaloglardaki ince göndermeler vb.), yapmayı başarmış, yine sinema ile gerçek yaşam arasındaki acımasız farkı ve sinemaya kendi bakışının nerede durduğunu gözler önüne sermiştir. 

Not:  Açıkçası filmin eleştirilecek bir kaç detayı var ama bilerek es geçiyorum, çünkü Cecilia karakteriyle pek çok noktada özdeşleştim ve karakteri anladım diyebilirim. Gerisi Woody Allen'ın teferruatı ve tasarrufu olarak kalsın diyorum.

         Sıklıkla görüşmek üzere...







Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...