28 Ocak 2012 Cumartesi

Tema: Ölüm, Film: Okuribito(Departures)

       Sinema grubuyla "ÖLÜM" teması başlığı altında izlediğimiz ikinci filmimiz bir önceki postta adından bahsettiğim, 2008 yapımı bir Japon filmi olan "OKURİBİTO"(Departures) oldu.
     
 Her zamanki gibi kısa bir künyeyle başlayalım o vakit:
Yapım Yılı: 2008
Yönetmen: Yojiro Takita
Senaryo   : Kundo Koyama
Görüntü Yönetmeni: Takeshi Hamada
Müzik      : Joe Hisahishi
Ülke        : Japonya, 130 dk.
Özetle; Çello çalan Daigo Kobayashi, orkestrasının dağılmasının ardından eşiyle beraber doğduğu kasabasına geri döner. Başka bir işte çalışacak deneyimi olmadığı için deneyim aramayan 'Gidişler' ismindeki bir işe seyahat acentası zannederek başvurur. Aslında yapacağı işin Japon kültüründe önemli bir yere sahip 'Nokanshi', yani ölüleri öbür taraftaki yolcukları için hazırlama geleneğinin bir parçası olduğunu öğrenir. Daigo’nun işi ölüleri usulüne göre tabutlara yerleştirmektir. İlk başlarda bu durumda hoşlanmasa da zamanla işine alışılan Diago’nun kendi yaşantısı, bakış açısı ve duyguları da bu işle beraber değişecektir. Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını evine götüren Gidişler, Japonya’nın dini inançlarına ve geleneklerine yer yer komik ve duygusal bir bakış atıyor. Ölümün bir son mu yoksa yeni bir yolculuğun başlangıcı mı olduğunu sorgulatan film, izleyicisini sömürmeyen son derece naif ve aldığı ödülleri sonuna kadar hak eden bir yapım. Bilgiler buradan, künye hakkında biraz daha bilgi istiyorum derseniz lütfen knock knock!.

      Yoriko Takita'nın yönettiği, seneryosunu Kundo Koyama'nın, Aoki Shinmon'un hayatını anlattığı kitabından uyarladığı "Departures", temelde ölüm ve müziğin ilişkisinden gücünü alıyor.  Bunu orta yetenekteki bir çellist olan Daigo Kobayashi'nin, dahil olduğu orkestranın dağılmasından sonra eşi Mika ile doğduğu kente geri dönüşü, orada yeni işine alışmaya çalışırken yaşadığı bocalamalar, çocukluğuna dair güçlü yüzleşmelerle hayatın ona getirdiği önyargıları aşama aşama yıkışı üzerinden anlatıyor. Filmi izledikten sonra, afişe tekrar ve dikkatlice bakmakta fayda var diye düşünüyorum. Umut dolu ve iyi hissettiren, karlı dağların önünde yemyeşil bir çayırda çello çalan adamın hikayesinin, filmle bütünleştiğinde, çok güçlü bir kare olduğu üzerine kafa yorduğumu hatırlıyorum.

       Filmin "ÖLÜM" temasına hizmet eden bağlantılı konuları kabaca; ölümle ve ölüyle yüzleşmek-barışmak-vedalaşmak, terkedilme, yeni hayat, doğulan yere dönmek, çocukluk, dinsel törenler-ritüeller, duygusal yoksunluk ve aidiyet alt başlıkları altında toplanabilir diye düşünüyorum. Kahramanımız Dai, film boyunca tüm bu saydıklarıma sıklıkla maruz kalıyor. Dai'nin çellosuna, bir anlamda çocukluğuna sığınarak, bu stresörlerle başetmeye çalışması bazen güldürüyor, bazen sinirlendiriyor, bazen de duygulandırıyor. Masahiro Motoki, Dai karakterini anlamamız ve içselleştirmemiz açısından oldukça başarılı bir iş çıkarmış, filmin bütününe bakıldığında şaşırtıcı bir mizah duygusu da hakim. Karakterin içinde bulunduğu ortama adaptasyonunu ve gelişimini izlerken biryerlerden bize çok tanıdık gelmesi(beceriksizliği, başladığı pek çok girişimi tamamlayamaması, baba yoksunluğu, vs.), bir sonraki adımda ne yapacağını tahmin etmemize oldukça yardımcı oluyor.

         Dai'nin yeni işini öğrenmeye çalışırken izlediğimiz sahneler muazzam bir disiplinde sunuluyor. Filmin tüm görsellerinde olduğu gibi yine bu sahneler için teknik olarak pırıl pırıl demek yerinde olur. Dai, birbirinden çok farklı hikayeleri olan insanların yakınlarının cenazelerini Japon geleneklerine uygun şekilde hazırlıyor(ki bu ritüellerin Japonya'da halen tabu kabul edildiğini biliyoruz), cenaze sahiplerinin hürmetini ve minnetini kazanıyor. Kısacası Dai'nin hikayesi için, sonunda bir işi layığıyla yapmayı başaran ve yıllardır, eşi de dahil, insanlardan beklediği onaya bu yolla ulaşan bir adamın, içinde bulunduğu durumun ve hissettiklerinin,  trajikomik anlatımı denilebilir.

       Dai'nin geçmişine dair sorgulamalarının, cevaplarına ulaşması ve önyargılarını yıkması, bir bakıma patronu Sasaki ile ilişkisinde, birlikte geçirdikleri süre içerisinde ondan öğrendiklerinde ve Sasaki'nin felsefik söylemlerinde gövde buluyor. Klasik tabiriyle patronu Sasaki, Dai'nin yeni işini içselleştirmesinde ve kendilik algısına yön vermesinde rol model görevi üstleniyor. Sasaki karakterine hayat veren, Tsutomu Yamazaki muazzam bir oyuncu. Filmi izlerken Dai'yle ilgili sıkıntıya düştüğümüz durumlarda karşımıza çıkan Sasaki'yi, Dai'ye iyi hissettiren ve sabretmeyi hatırlatan -ak sakallı dede- meteforuna benzetmek yerinde olur sanırım. Bunun yanı sıra, Sasaki, Dai'nin yoksunluğunu çektiği baba misyonunu da Dai ile tanışmasından itibaren üstleniyor ve Dai'ye bile fark ettirmeden, adım adım mesajlarını ve Dai'nin babasından duymak istediği geri bildirimleri veriyor. 

     Mika, bahsetmeden geçmek olmaz. Mika, Dai'nin aşık, affedici, tolere edici, iyimser ve güleryüzlü eşi. Dai'nin kendisinden pek çok şeyi gizlediğini ya da yalan söylediğini anladığında bile, Dai'nin bu çocuksu kaçınmalarını ustaca, kırıcı olmadan, Dai'ye fark ettirmeden tolere edebiliyor. 


     Filmin kurgusu içinde barınan, Dai'nin çocukluğu, annesi ve özellikle babası üzerinden sorguladığı, varoluşunu anlamlandırma çabası, eşinin pişireceği ahtapot, çocukluğunu her hatırladığında çaldığı çellosu ve kasabasında nehirde gördüğü somon balıkları gibi güçlü metaforlarla desteklenmiş. Ayrıca hamamda sürekli sohbet ettiği yaşlı adamın, filozofça söylediği sözler yine, Dai'nin varoluş sorgulamalarına yol göstermek için özellikle filme serpiştirilmiş. Filmde bu konuyla ilgili geçen bir kaç repliği paylaşmak isterim:
-Dai: " Dünyanın bütün şehirleri benim evim, gel hepsini beraber gezelim.."
    " Bu hayatımın en önemli yol ayrımı ama gariptir, çelloyu sattığım anda kendimi rahatlamış hissettim. Sanki nicedir ellerim bağlıyken salıverildim. Yeteneğimin sınırlarını çok önce fark etmem gerekirdi.Hep hayalim olduğunu sandığım şey muhtemelen öyle değildi."
       " Tam olarak nasıl bir sınavdan geçiyorum, acaba bu anneme bakmamamın cezası mı? Nereye doğru gidiyorum?"
-Dai(Köprüden baktığı, nehirde akıntının tersi yönde yüzmeye çalışarak evine dönen somon balıkları için): " Ne acıklı değil mi, ölmek için o kadar yol geliyorlar. Her halükarda öleceksen neden bu kadar çabalarsın ki?
    - Ölüleri yakan görevli:"Çünkü evlerine dönmek istiyorlar, doğdukları yerde ölmek için."
- Dai( Babasının cenazesini hazırlarken): "Bu adam hayatı boyunca ne yaptı, arkasında bir karton kutu bırakmak için mi yaşadı?"


      Filmin beni en çok etkileyen kamera açısı yukarıda görülen bu kare. Filmle bütünlüğü düşünüldüğünde gerçekten çok şık. Biraz önce bahsettiğim gibi, teknik açıdan kusursuz ve pırıl pırıl sayılabilecek filmin, tekrarlayan bazı sahneleri -özellikle cenaze hazırlama sahneleri- zaman zaman sıkılmama neden olmuştu. Bir de çok beğenmeme rağmen Dai'nin o yemyeşil çayırda, masmavi bulutların altında çello çalarken çekilmiş sahneleri, açık söylemek gerekirse, filmin naif ve gerçekçi havasından biraz uzaklaşmama neden olmuştu.
    "Okuribito" (Departures), Türkiye'de gösterime girdiği adıyla "Son Veda"dan bu kadar. Sıklıkla görüşmek üzere...



19 Ocak 2012 Perşembe

Tema: Ölüm, Film: "Hable Con Ella"

      Dahil olduğum sinema grubundaki arkadaşlarımla, yönetmen başlığı altında -daha önceki postlarımda bahsettiğim- Stanley Kubrick'i tamamladıktan sonra, yeniden tema üzerine üç film seçelim dedik. Sınırlamamızı 'Amerikan yapımı dışında' olarak belirledikten sonra, tema seçimi için yine her birimizin aklından bir dünya konu geçti. Açık söylemek gerekirse biraz radikal bir karar alarak sonunda temamızı "ÖLÜM" olarak belirledik. Her birimizin hakkında ufak araştırmalar yaparak geldiği ve önerdiği üçer filmin arasından şunları seçtik:
  • Hable Con Ella- Talk To Her (Pedro Almodovar, 2002, İspanyol)
  •  Okirubito - Departures       (Yojiro Takita, 2008, Japon)
  • Le scaphandre et le papillon- The Diving Bell and the Butterfly (Julian Schnael, 2007, Fransız)
Hable Con Ella (Talk to Her)
Hemen minik bir künye ile başlayalım:
Yönetmen: Pedro Almodóvar  
Senaryo: Pedro Almodovar
Oyuncular: Javier CámaraDario GrandinettiRosario Flores, 
Orijinal adı: Hable con ella  
uzun metrajlı film İspanya Tür: Dram 
Süre: 116 dk Yapım yılı: 2001 
Görüntü Yönetmeni: Javier Aguirresarobe
Özetle; Altın rengi, üzeri somon güllerle dolu perde Pina Bausch'un Café Müller adlı izletisini sergilemek üzere açılır. İzleyenler arasında birbirini tanımayan iki genç adam vardır. Bir hemşire olan Benigno ve kırklı yaşlarında bir yazar olan Marco. Sahnede ahşap iskemleler ve masalar arasında, Henry Purcell'in The Fairy Queen adlı eseriyle, kollarını açmış danseden iki kadın vardır. Performansın duygusallığı karşısında Marco ağlamaya başlar. Benigno yanında oturan adamın ağladığını farkeder ve kendisinin de bu gösteriden çok etkilendiğini söylemek ister ama cesaret edemez. Aylar sonra iki adam El Bosque adlı Benigno'nun çalıştığı özel bir klinikte tekrar karşılaşırlar. Lydia, Marco'nun profesyonel boğa güreşçisi olan kızarkadaşı yaralanmış ve komadadır. Benigno ise klinikte çalışmakta ve komada bir başka genç kadına, bir bale öğrencisi olan Alicia'ya bakmaktadır. Marco, Alicia'nın odasının önünden geçerken Benigno onunla konuşmaya başlar. Bu herşeyin altüst olduğu yakın bir dostluğun başlangıcı olur. Kliniğin dört duvarı arasında ne kadar süreceği belli olmayan bu zaman dilimi; 4 insanın hayatını, geçmişini, bugününü ve geleceğini bilinmeyen bir kadere doğru taşır. Bilgiler buradan, ama daha fazla detay isterdim diyorsanız, lütfen knock knock!.


        Esasında iki adamın küçük bir tesadüfle aynı gösteriyi izlemeye gelmesinden gücünü alan film, bu noktadan sonra dahil olan komadaki iki kadının çevresinde gelişen olaylarla gövde buluyor. Filmin oldukça naif seyreden senaryo kurgusu ve kusursuz görüntüleri, ağır trajik detaylarını gölgede bırakıyor diyebiliriz. Ancak bu yine ve elbette ki, filmi kötü hissettiren filmler arasındaki yerinden etmiyor. Oyunculuklara gelince Benigno karakterine hayat veren J. Camara kusursuz bir performans sergilemiş. Kendini komadaki bir kadına ve onun bakımına adayan Benigno'nun annesiyle arasındaki detayların verildiği sahneler de yine görsel açıdan oldukça tatmin edici.


     Dört insanın kaderinin iki kazayla kesiştiği filmde, genellikle kadın filmlerinin yönetmeni olarak nam salmış Almodovar, yine komadaki kadınların çaresizliğinden güç alarak, erkeklerin ne hissettiğini en ince detayına kadar veriyor. Aslına bakılırsa, filmdeki erkekler kadın, kadınlar erkek. Erkekler daha duygusal, daha şefkatli ve daha anaç. Filmdeki kadın matador ise bir erkek işi yapıyor, davranışları düşünüldüğünde oldukça maskülen. Bu anlamda filmdeki gizli özne rolünü kadınlara veren ve cinsiyet rollerinin de yer değiştirdiğini gözümüze sokan Almodovar, cinsiyetler arası bir çeşit hesaplaşma hissi yaratıyor.

      Yukarıda yer alan birleştirilmiş dört fotoğraf, benim için bu dört insanın hayatının nasıl birleştiğini, nasıl ayrıştığını ve nereye yöneldiğini anlatan, filmin en güzel karelerinden oluşturulmuş. Benigno ve Marco, biri gerçeklerden kopuk, sadece hissettikleriyle kendine yön bulma çabasıyla karşılıksız aşk yaşıyor ve sonunda kendi koruyuculuğunun gölgesinde kaybolup savunmasız kadın bedeninin görselliğine teslim oluyor. Diğeri ise son derece erkeksi dış görünümünün aksine konuşmak yerine, genelde kadınların baş rolde olduğu sanat gösterilerinde ağlamayı tercih ediyor. 


     Yine bol ödüllü ve Oscar'lı filmin her sahnesi, her karesi, özellikle karakterler için düşünülmüş ve özenle tasarlanmış mekan-dekor uyumu, senaryonun her detayına kusursuzca hizmet ediyor. Hemen çok etkilendiğim bir kaç sahneden bahsetmek istiyorum. Öncelikle, filmin giriş sahnesi; Marco Ve Benigno'nun tesadüfen yan yana oturdukları tiyatroda iki kadının sahnedeki sessiz dansı, sanki filmin gelecek sahnelerinde göreceğimiz komadaki iki kadının sessiz uykusuna hazırlık yapıyordu.. Matador kadın Lydia'nın, son boğa güreşine muazzam bir displinle hazırlanışı ve hemen arkasından gelen güreş sahnesi... Benigno'nun Alicia'nın vücudunu temizlediği, Alicia'ya bakım verdiği ve onunla konuştuğu sahneler... Ve elbette ki filmin finaline götüren sahneler benim için kıymetlidir.


   Filmin içinde geçen, siyah beyaz mini film "El Amante Menguante" (Küçülen Aşk) Pedro Almodovar'ın kendi elinden çıkmış, Beningo ve Alicia'nın yaşadığı ilişkiyi en iyi anlatan kısmı. Kaldı ki yine bu iki üç dakikaklık siyah-beyaz film bizlere Beningo'nun Alicia'ya yaptığına anlam vermemize ve tüm filmi zihnimizde netleştirmemize yardımcı oluyor. 
  "Hable Con Ella" yatağa mahkum iki kadının kesişen hikayesini anlatmıyor, aslında bu kadınlarla pek de ilgisi yok filmin, temelde Benigno ve Marco'nun dostluğu üzerinden gücünü buluyor. Özellikle Benigno'nun özenle ve her cümlesi Marco'nun hissettiklerini gün yüzüne çıkarmak için yazılmış replikleri, zaman zaman oturduğumuz koltuğu rahatsız hissetmemize, küçük kıvranmalar yaşamamıza, açık söylemek gerekirse -kendimizden ya da tanık olduğumuz hayatlardan- bir şeyleri sorgulamamıza neden olabiliyor.  
    Sıklıkla görüşmek üzere, şimdilik çaw!
    

16 Ocak 2012 Pazartesi

Retro Film Afişleri

    Uzun uzadıya iki Kubrick postundan sonra, bir nefes almanın vaktidir, gözlerimiz bayram etsin dedim.  Meraklısının ilgisini çekeceğini düşündüğüm retro film afişleri arşivimden seçmelerle karşınızda olmaktan onur duyarım efendim. Buyrun başlayalım:



   "Anatomy Of A Murder-1959"                        "The Sin Of Nora Moran-1933"



  "Vertigo-1958"                                              "Downhill Racer-1969"

                           
 " Gilda-1946"                                                "42nd Street-1933"


"Attack of The 50 Ft. Woman-1958"                "The Thief of The Bagdad-1940"




"Charlie Chapline- In The Gold Rush"                   "The Man With The Golden Arm"
                1925                                                               1955



"The Mummy-1932"                                         "King Kong-1933"



"This Gun For Hire-1942"                                   "Breakfast at Tiffany's-1961" 



"The Seven Year İtch-1955"                                   "The Hitch-Hiker-1953"



"All About Eve-1950"                                      "Gun Crazy-1950"   


     En beğendiklerimden bazılarını ekledim. Türk Sineması'na ve Avrupa Sineması'na hürmeten ayrıca bir retro afiş postu hazırlamayı düşünüyorum. Umarım bunlar keyif vermiştir; açık söylemek gerekirse her bir afiş, beni kendi dönemine alıp götürdü... Sıklıkla görüşmek üzere, şimdilik çaw!


14 Ocak 2012 Cumartesi

Bir Stanley Kubrick 3'lemesi

      Sinema grubuyla seçip izlediğimiz üç Stanley Kubrik filminden -ayarını nasıl tutturacağımı bilemesem de- çok derinleşmeden bahsetmek istiyorum. Kubrick 80'leri atlayıp (Kubrick'in 1980 yapımı "Shining" filmini sinema grubunun ilk turunda izlemiştik.) kronolojik sırayla izlediğimiz kalan 3 filmi şöyle;
    * 90'lardan 1999 yapımı Tom Cruise ve Nicole Kidman'ın baş rollerini paylaştığı "Eyes Wide Shut"; 
     * 70'lerden 1971 yapımı baş rolde Malcolm MacDowell'i izlediğimiz "A Clockwork Orange";
     * 60'lardan 1968 yapımı "2001: A Space Odyssey"
    Esasında üç film de bir postta es geçilmeyecek değerde pek tabii ama daha önce de dediğim gibi, Kubrick ayrı bir durum ve beni üzerine düşünürken oldukça yıpratıyor. Hoşgörünüz bu noktada benim için kıymetlidir :)

İlk filmimiz "Eyes Wide Shut (Gözü Tamamen Kapalı)" oldu:
Her zaman ki gibi kısa bir künye ile başlayalım: 
Vizyon Tarihi: 22 Ekim 1999
Yönetmen: Stanley Kubrick
Senaryo: Fraderick Raphael
Oyuncular: Tom Cruise, Nicole Kidman, Sydney Pollack
Görüntü Yönetmeni: Larry Smith
Orjinal Adı: Eyes Wide Shut
Uzun Metrajlı Film: İngiltere Tür: Dram
Süre: 159 Yapım Yılı: 1998
   Özetle ; Dr. William Harford ve karısı Alice uzun zamandır mutlu bir evlilik sürmektedirler. Fakat partiye gittikleri bir gecenin sonrasında William, bazı kadın hastalarının kendisiyle ilişkiye girmek istediklerini söyleyerek karısını oldukça kışkırtır. O da bir zamanlar karşılaştığı bir ordu çalışanıyla ilgili sexüel fantazilerini anlatır ve William'dan da kendi fantazilerini anlatmak konusunda dürüst olmasını ister. Bu William'ı çok üzer. Karısı ile ordu komutanın sevişirkenki görüntüsü aklından bir türlü çıkmaz. Bu onda seksüel bir ilişki yaşama takıntısı yaratır. Bir gece sokakta eski bir hastasının kızıyla karşılaşır. Üvey babası gibi gözüken adam kızını pazarlamaktadır. Daha sonra sokaktan geçen gençler tarafından hakarete uğrar. Başka biri onu evine götürür ve evde genç bir fahişeyle eğlenen adamları görür. Başka bir gece, Nick Nightingale adındaki bir arkadaşının piyano çaldığı gece kulübüne gittiğinde ise gizli bir seks grubunun var olduğunu öğrenir ve onların toplantılarına katılmaya karar verir ancak bu kararı, ilerde hayatını, kendisine saygısını ve evliliğini tehdit edecektir. Bilgiler buradan, ama yetmez derseniz daha detaylı bilgi için lütfen knock knock! 


     Arthur Schnitzler'in aynı adlı romanından uyarlanan filmin barındırdığı tematik detaylara kabaca göz atmak gerekirse; ahlaki çöküş, aile içi uyumsuzluk, erotizm, kadın-erkek ilişkileri, evlilik ve beklentiler gibi başlıklar açılabilir. Filmin psikoanalitik  detayları ise kabus ve rüyalar, sadakat, cinsellik, ayin, gizli cemaat, takıntı, paranoya, kıskançlık, narsizm, itiraf beklentisi ve acı çekme arzusu başlıkları altında toplanabilir. Temelde cinsellik ve psikanalizin iç içe geçtiği filmin William(Tom Cruise)'ın rüyalarından gövde bulması, oldukça iyi araştırılmış bir psikanalitik çerçeveye yerleştirilmesi açısından etkileyici. Filmin son repliğinin de Nicole Kidman'ın ağzından çıkan "Fuck" kelimesi oluşu da yine bu amaca fazlasıyla hizmet ediyor.

     Metaforların (gözlük, ayna, maske vb. )yoğun ve akıllıca kullanımı, filmi içselleştirmek ve kişisel etkisini artırmak açısından oldukça işe yaramış görünüyor. Örnek olarak Alice(Nicole Kidman)'ın ilgili anne rolünden(anneyken hep gözlüklü), kocasıyla paylaştığı bağımlılık haline ve seksi kadına dönüşümüne paralel takıp çıkardığı gözlükleri verilebilir diye düşünüyorum. 
    Görsel olan her şeye hizmet eden Kubrick obsesyonunu yoğun ve ziyadesiyle kusursuz olarak seyrettiğimiz filmin, ayin benzeri sahneleri ise mükemmelin bir tık ötesinde. Filmle ilgili ortaya atılmış onlarca sav var, pek tabii hiç birine girmemeyi yerinde buluyorum :) Ancak yine de pek çok yönüyle seyirciyi zorlayan, rahatsız edici bir film esasında. 

İkinci Film "A Clockwork Orange(Otomatik Portakal)" oldu.
Hemen künyeye göz gezdirelim;
Yönetmen: Stanley Kubrick 
Görüntü Yönetmeni: John Alcott
Orijinal adı: A Clockwork Orange 
uzun metrajlı film İngiltere , ABD .  Tür: Bilimkurgu , Dram , Gerilim 
Süre: 136 dk Yapım yılı: 1971

Özetle; Geleceğin Britanya’sında gençlerden oluşan bir çete her gece savunmasız insanlara saldırmakta, dövmekte ve tecavüz etmektedirler. Gençlerden biri çeteyle zıtlaşınca onu gruptan atıp polisin yakalamasını sağlarlar. Cezasını azaltmak için kendisine bir tür beyin yıkama sayılacak bir terapi yapılmasını kabul eden Alex, dışarı çıktığında artık şiddetten nefret etmektedir ama geçmişi onu rahat bırakmaz...Büyük usta Stanley Kubrick’in bu filmi, 1972 yılında en iyi film, yönetim, kurgu ve senaryo uyarlaması dallarında Oscar’a aday olmuş ancak altın heykele ulaşamamıştı.   Daha detaylı bilgi için lütfen knock knock!

       İzlediğimiz kadarıyla 90'lı yıllar düşünülerek oluşturulmuş post-mordern mekanlar ve dekorlar, hayranlık uyandırırken sık sık "durdur" tuşuna basıp uzun uzun inceleme hissi yarattı. Filmin sosyoloji ve psikoloji ana başlıklarına hizmet eden alt başlıkları ise; aşırı şiddet, asosyal, çete, cezalandırıcılık, tecavüz, hiyerarşi, intihar, işkence, psikolojik işkence, otorite, parçalanmış aile, ötekileştirme, nihilizm, modernizm, suç, sosyopatlık ve koşullanma olarak sıralanabilir.


     Açıkçası yıllardır süre gelen, şiddeti estetize ettiği yönündeki eleştirilere rağmen, film bende siyasal anlamda oldukça derin bir etki yarattı.  Başlarda Alex (Malcolm McDowell) ve çetesinin, şiddet ve tecavüz dolu sahneleri, insanı filmi izlerken oturduğu koltukta huzursuzluktan kıvrandırsa da, sonraları Alex'in yaşadığı devlet eliyle şiddet durumu ve Alex'in kendini koruyamayacak duruma gelmesi Alex'in de insan olduğunu anlatmak için sanki tavayla biri kafamıza vuruyor hissiyatı uyandırıyor. Klasik Hollywood zihniyetiyle Alex değişsin, karakter dönüşsün diye beklerken, filmin ikinci yarısından sonra beklentiye ters köşe yapan Kubrick'in anlatım dili sayesinde bambaşka bir tarafta yerimizi alıyoruz. Devletin şiddeti engelleme  yolunda gerçekleştirdiği girişimin bir kez daha başarısızlıkla sonuçlandığını ve sistemin çuvalladığını görmüş oluyoruz.  
       Yine fana fikre hizmet eden, müthiş Kubrick göndermeleriyle (Beethowen Eserleri, süt, heykelcikler, mekan-dekor vb) dolu filmin, felsefi, merak uyandırıcı, düşündürücü ve fazlasıyla kafa bulandırıcı mesajları, kendi kulvarındakilerle karşılaştırılamayacak kadar özgün oluşu ve faşist rejime bambaşka bir perspektiften bakması, filmin en kıymetli taraflarını kabaca özetleyebilir diye düşünüyorum.          

Üçüncü ve son film "2001: A. Space Odyssey (2001Uzay Macerası)" oldu.
Yönetmen: Stanley Kubrick  
Senaryo  : Stanley Kubrick, Arthur C. Clarke
Orijinal adı: 2001 : A Space Odyssey
Uzun metrajlı film İngiltere , ABD . Tür: Bilimkurgu
Süre: 139 dk Yapım yılı: 1968

Özetle; İnsanlığın şafağında Afrika çölünde bir grup primat kavga etmektedir. Aniden beliren siyah bir taş bu maymun insanlardan birini esrarengiz bir şekilde etkileyerek bir kemiği silah olarak kullanmasını sağlar: İnsanın ataları ilk aleti bulunmuştur.2001’de, bir önceki sahneden 4 milyon yıl sonra, bir uzay gemisi aydan gelen esrarengiz sinyallerin ardında aynı siyah taşı keşfeder. Hem de ay yüzeyinde. Sinyaller Jupiter’e gitmektedir. On sekiz ay sonra Discovery’nin güvertesinde, astronotlar David Bowman ve Frank Poole Jupiter’in gölgesine doğru yola çıkmışlardır. Uzay gemisinde HAL 9000 adında, yapay zekaya sahip, dünyanın en gelişmiş bilgisayarı bulunmaktadır. Ve hiç kuşkusuz, bu sonuncunun, kendi planları vardır... Arthur C. Clarke’ın bir kısa hikayesinden yola çıkılarak geliştirilmiş olan bu film çoğu kişi tarafından başyapıt mertebesine oturtulurken kimileri tarafından da hiç sevilmemiştir. 2001’in birçoğu dini olan sayısız alt metni içerdiği açıktır. Kubrick’in kendisi, yaşadığı süre boyunca insanların kafasının karışık olmasını istediğinden soru işaretlerinin hiç birini aydınlatmamıştır. Filmlerde karşılaştığımız bilgisayarlar arasında belki de en ünlüsü olan HAL bu eserde en önemli rolü üstlenen 'canlı'dır. Filmin Ay’daki sahneleri tasvir eden çekimleri bir yıldan uzun sürede ve henüz insanoğlu ayak basmadan önce tamamlanmıştır. Neil Amstrong’un seyahati sonrası Kubrick’in en ince detaya kadar -henüz açıklanmamış- gerçeklere bağlı kaldığı şaşırtıcı bir biçimde göze çarpar. 2001 kuşkusuz, insanı hayvanlardan ayıran en büyük adımın 'zeka'nın ortaya çıkması olarak tanımlar ve binlercesinin yanısıra şu soruyu sorar: bir sonraki ayrım noktası ne? Evrimin bir sonraki basamağı hangisi? İlkini başlatan dış bir güç müydü? Eğer öyleyse bu kez bizi ne bekliyor. Bilgiler beyazperde den. Daha detaylı künye içinse lütfen knock knock!

       Açık olmak gerekirse Kubrick üçlememiz içerisinde en çok etkilendiğim film olmakla beraber, varoluşu ve içinde bulunduğumuz yaşamsal döngüyü acımasızca sorgulatan bir film olduğunu söyleyebilirim. Birbirleriyle huzur içerisinde yaşayan maymun-insanların yok etmeyi ve üstün olmayı öğrenişini, hayatta kalabilmek adına diğerlerine zarar vermek için keşfettiği kemik parçasını havaya savurduğu sahne hem filmin, hem de kulvarındaki pek çok film içinden seçilebilecek en güzel geçiş sahnelerinden biri.

     Filmin varoluşu sorgulamasında en büyük sınama aracı olarak kullanılan monolit, her bir geçişte tedirgin edici bir karakter gibi karşımızda aniden beliriveriyor. Bu noktada filmde ele alınan bir kaç önemli başlıktan bahsetmek gerekirse bunlar; evrim, insan-makine ilişkisi, bilgisayara karşı insan, klostrofobi, karantina, metafizik, mistisizm, teknofobi ve yapay zeka olarak sıralanabilir. 

   İnsanın korkunç gibi görünse de, aslında ne kadar aciz bir varlık olduğuna kanıt  olarak gösterilebilecek, filmdeki en "canlı" oyuncu esasında bilgisayar HALL 9000 . Filmin üçüncü bölümü diyebileceğimiz kısımda, insanoğlu Jüpiter'e olan yolculuğunda HALL'a karşı koymak zorunda kalıyor. Çünkü bilgisayar yaratıcısına başkaldırıyor ve gemiyi ele geçirmeye çalışıyor. İnsanoğlu bilgisayara olan savaşından hatrı sayılır bir kayıp ile çıkarak Jüpitere ulaşsa da, bu kez sonsuz boşlukta monolitle birlikte yalnız başına kalıyor. Esasında bu önemli detay kabaca, film boyunca bu da nesi dedirten monolitin, uzayda öylesine süzülmekte ve özünün insanla bir olduğu şeklinde açıklanabilir. Filmin son bölümünde insanın zaman kavramından nasıl soyutlandığını görüyoruz ki zaten bunun olmayışı da insanın birden yaşlanmasına neden oluyor. Filmin bitimi ise herkes için ayrı bir muamma... 


    Film ilk sahnedeki maymun insandan son bölümdeki Jüpiter sahnelerine kadar "Bu bir Kubrick filmidir." dedirtiyor. Filmdeki uzay gemilerinin boşluktaki süzülüşlerinde (ki bu bazen sabretmesi güç bi deneme olarak algılanabilir, zira bu sahneler oldukça uzun sürüyor) mekanik müzik yerine tercih edilmiş klasik müzikler muazzam ve bu sahneler bir sonraki sahnelere sağlam hazırlık yapılıyor fikri uyandırıyor. Filmde asıl gerginliği yaratanın ve varoluşu sorgulayışın ironisi olarak düşünülebilecek detayın ise her türlü sesten izole olarak işittiğimiz nefes sesleri olduğunu söyleyebiliriz. 

  Etkileyici sahnelerle paralel işittiğimiz nefes sesleri, kişisel olarak benim de oldukça gerilmeme neden olan kısımlardı. Uzayın sessizliği ve gemi içinde belirli bir hızda dönüp yer çekimi oluşturan tekerleğin kusursuz kullanılması yine Kubrick mükemmelliyetçiliğinin altını çiziyor. 
    Mutlaka farkedilmiştir ama ekleden edemeyeceğim, üç filmin hem rahatsız edici hem de üzerine düşünmeden geçmemize izin vermeyecek en büyük ortak noktası  "göz"ün kullanımı. Hatta ilk iki filmin afişinde de göze sokuluyor bu detay. "Eyes Wide Shut"ın afişinde Nicole Kidman'ın aynaya yansıyan gözü ve "A Clockwork Orange"ın afişinde Alex'in(Malcolm McDowowell) bileğindeki göz, ki aynı zamanda filmde öne çıkarılmış Alex'in gözü ve işkence sahneleri; ile "2001: A Space Odyssey"de bilgisayar HALL'ın her şeyi kontrol ettiği kırmızı gözü, Kubrick'in göndermeleri arasında en kıymetlilerinden biri olarak düşünülebilir.
   Bitirirken 2001: Space Odyssey için hazırlanan açıklayıcı bir site var, kaçırılan ya da anlamsız bulunan en önemli detayların zihinlerde netleştirilmesi açısından güzel hazırlanmış diye düşünüyorum. İlgilenenler buradan bir göz atabilir.
      
Önemli Not: Bu arada filmi izlerken bir dünya not almıştım, en kısa zamanda onları da ekleyeceğim. Filmle ilgili henüz hissettiklerim tazeyken, üzerine düşünülerek alınmış notlardı ve burada paylaşmamak haksızlık olur diye düşünüyorum. Sıklıkla görüşmek üzere, şimdilik çaw!

6 Ocak 2012 Cuma

Yönetmen: Stanley Kubrick

     Açıkçası elimin hamuruyla Stanley Kubrick işine bulaşıp haddimi aşmak istemiyorum... Kubrick mükemmeliyetçiliğini izledikçe ve gruptaki hayranlarından dinledikçe, daha iyi anlayan ve netleştiren biri olarak, filmleri yorumlamak adına henüz gerekli yeterliliğe ulaşabildiğimi düşünmüyorum.  Ama sinema grubumuzda, hem yönetmen başlığımızın ilk misafiri olduğu için, hem de blogta eksikliğini hissetmemek adına ve ustaya saygı babında bahsetmeden geçemezdim. Kısacası bu postta elimden geldiğince, benim Kubrick hakkında topladığım bilgilere ve kısmen kendi düşüncelerime yer vermek istedim, bir sonraki postta ise Kubrick başlığı altında seçtiğimiz üç filmden naçizane bahsedeceğim.   

   26 Temmuz 1928'de, New York'un Bronx semtinde doğan Stanley Kubrick'in kariyer odaklı biyografisi benim için daha kıymetli açıkçası. Bu nedenle vakit kaybetmeden oradan başlamak isterim.
    Çocukluğunda okulda oldukça başarısız olan Stanley Kubrick, babası tarafından Kaliforniya'ya yapımcı amcasının yanına gönderildi. Döndüğünde oldukça değişmiş olan Stanley sinema dünyasını ilk kez amcasının yanında gözlemledi. Çocuk yaşta babasının ona öğrettiği satranç, onun tüm sanat yaşamına yansıyacaktı. İleride oyuncuları yönetirken satrançtaki hamlelere göre hareket ettiğini söyleyecekti. On üçüncü yaşgününde babasının hediye ettiği kamera ile çekimler yapmaya başladı. Fotoğrafçılığını ilerletti ve on yedisine geldiğinde profesyonel fotoğraflar çekmeye başladı. 1950 yılındaki ilk filmi The Day of a Fight bir belgeseldi ve bütün parasını bu filme yatırdı. Daha sonra Star Trek dizisinin yönetmeni olacak arkadaşı Alexander Singer'la ortak hazırladıkları filmde tüm paralarını kaybettiler. İlk filmin ardından yine kısa belgesel filmler olan Flying Padre ve The Seafarers'ı çekti ve yapımcıların dikkatini çekmeyi başardı.Bir sonraki filmine hazırlanan Kubrick 1948'te lise aşkı Toba Metz ile evlendi. Ancak evlilik ile Fear and Desire'ın çekimlerini bir arada yürütemediği için film başarısızlıkla sonuçlandı. Filmin kurgusu karışık olsa da, eleştirmenler Kubrick'n yeteneğinin farkındaydı. Toba ile evliliği ise yalnızca üç yıl sürecekti. Kubrick'in İngiltere'de gerçekleştirdiği ilk filmi Lolita'ydı. Shining filmine kadar Hollywood dışında kaldı. Exorcist'in kazandığı başarıya rağmen, filmin söylemine karşı çıktı ve Stephen King'ten uyarladığı The Shining'i çekti. Ancak Stephen King kitabının Kubrick yorumundan hoşlanmadı. Aynı tavrı sürdüren Kubrick Platoon'a karşı Full Metal Jacket'ı çekti. Eleştirmenler tarafından filmi "Platoon'un karanlık yüzü" şeklinde yorumlandı.Ölümünden sonra Spielberg tarafından gerçekleştirilen Artificial Intelligence adlı projesini teknolojinin ilerlemesini beklediği için erteledi. 7 Mart 1999'da hayata veda eden Kubrick, son filmi Eyes Wide Shut'ın kendi filmografisi içinde en iyi film olduğunu söyler (Bilgileri de film.com.tr'den edindim çünkü mümkün olduğunca temel vermeye çalıştım ama daha detaylı filmografi için lütfen  knock knock!).


   
       1951 yapımı "Day of Fight" ve "Flying Padre" ile 1953 yapımı The Seafarers isimli kısa belgesel filmlerinin ardından, Kubrick'in filmografisi şöyle sıralanabilir:
  Stanley Kubrick'in yönetmenliğini, senaristliğini, görüntü yönetmenliğini  ve yapımıcılığını üstlendiği, 1955 yapımı "Killer's Kiss"'in konusu şöyle:  Usta dövüşçü Davy Gordon, dansçılık yapan Gloria Price'ın sevgilisi ve aynı zamanda patronu olan Vincent Raphello tarafından tartaklanmasını görür ve olaya karışır. Davy'den fena halde dayak yiyen Vincent bu olayı gurur meselesi yapar. Adamlarından birini davy'nin peşine takar ve ona dersini vermelerini ister. Gönderdiği adamı bir cinayet işleyecektir: Ancak cinayetin kurbanı Davy değil, Davy'nin arkadaşıdır. Cinayet haberi üzerine kaçış planları kuran Vincent şehri terk eder. Bu arada Davy ve Gloria'da, kadının güvenliği için şehirden ayrılmaya karar verirler.  Daha detaylı için lütfen knock kncok!
  Stanley Kubrick'in yönetmenliğini, senaristliğini ve yapımıcılığını; görüntü yönetmenliğini ise Lucien Ballard'ın üstlendiği, 1956 yapımı "The Killing"'in konusu şöyle: 24 günde çekilen ve yönetmenine Hollywood’un kapılarını açan The Killing’te, 5 yılını Alcatraz’da hapiste geçirmiş Johnny Clay (Sterling Hayden), çete kurup banka soymayı planlamaktadır. Fakat Clay’in yaptığı özensiz plan yüzünden başına gelmeyen kalmaz... Daha deyatlı bilgi için lütfen knock knock!

     Kubrick'in bu defa yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği 1957 yapımı "Paths of Glory"nin konusu şöyle; Birinci Dünya Savaşı'nda üç Fransız askeri, General George Broulard tarafından ölümcül bir görev için seçilirler. Askerlerden kendi birliklerinin oldukça yakınındaki düşmana ait karargahlara ulaşmaları istenmektedir. Açıkça intihar demek olan bu görev, başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Yaptıkları planın işe yaramaz ve hiç de akıllıca olmadığını ört bas etmeye çalışan generaller, günah keçisi olarak bu üç askeri suçlarlar. Göreve itaatsizlikten idama mahkum edilen askerlerin yanında ise, bu göreve baştan beri karşı çıkan Albay Dax yer alacaktır. Detaylar için lütfen knock knock! .

   Kubrick'in yönetmenliğini yaptığı 1960 yapımı olan "Spartacus"un özeti ise şöyle; Trakyalı bir köle olan Spartaküs’ün asi yaradılışı gladyatör okulu işleten Lentulus Brutus’ün dikkatini çeker. Böylelikle Spartaküs’ün gladyatörlük yaşamı başlar. Eğitim süresi sonunda gladyatörler birer kadınla birlikte olma şansı bulur. Spartaküs kendisine sunulan Varinia’ya dokunmaz. Okulu ziyaret eden senatör Marcus Crassus’un şerefine tertiplenen oyunlarda Spartaküs Romalı politikacının zalim yanını görme fırsatı bulur ve Varinia’nın ona hediye edilmesi üzerine bir isyan başlatır.İsyan kısa sürede tüm bölgeye yayılır. Varinia ve Crassus’un evinden bir başka köle, romantik şair Antonius da sayıları giderek artan isyancılara katılırlar. Karşılarına çıkan bir kaç lejyonu yenilgiye uğratan isyancıların amacı İtalya’nın güney ucuna ulaşıp oradan gemilerle anavatanlarına dönmektir. Oysa Roma’da isyancıların üzerinden büyük politik oyunlar oynanmaktadır ve Crassus da bu oyunun bir parçasıdır.
Büyük bütçesine ve inanılmaz uzun çekim süresine rağmen dönemin Amerikan film sistemine ters giden bir anlayışla, neredeyse yasaklı oyuncuları da barındıran bir kadroyla; hatta zaman zaman Hollywood’un ensesi kalın filmcilerini tiye almak için abartılmış Romalı tiplemeleriyle adından çok konuşturmuş bir film. Mutlu bir son bile içermeyen bu sıradışı yapım, 60’ların 'entel' tercihlerinden biri olarak kıyıda köşede kalmamış, sayısız Oscar’la ödüllendirilmiş olmasıyla da ilginç (Kaynak: beyazperde ). Daha detaylı bilgi için lütfen knock knock!


        Kubrick'in 1962 yılında yönetmen koltuğuna oturduğu "Lolita" filminin, senaryosu Vladimir Nabokov'a ait. Görüntü yönetmenliğini Oswald Morris'in yaptığı filmin konusu özetle şöyle; eşinden boşanmış bir edebiyat profesörü olan Humbert, Amerika'nın sessiz ve sakin bir kasabasına yerleşir. Burada Charlotte Haze adında oldukça güzel ve akıllı bir kadınla tanışır. Charlotte'un eşi ölmüştür ve açıkça Humbert ile flört etmektedir. Bu güzel dulun etkisinde kalan Humbert, Charlotte ile evlenmeye karar verir. Charlotte aslında evliliği kızı için de düşünmektedir. Ancak Humbert, 15 yaşındaki Dolores, nam-ı diğer Lolita ile karşılaştığı an ona babalık yapamayacağını anlar. Lolita'ya karşı önlenemez duygular besleyen Humbert, hem onu hem de kendisini sürprizlerle dolu bir maceraya sürükleyecektir. Detaylı bilgi için lütfen knock knock!

    Stanley Kubrick'in yönetmenliğini, senaristliğini, görüntü yönetmenliğini ve yapımıcılığını üstlendiği, 1964 yapımı "Dr. Strangelove: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb"un konusu şöyle: Soğuk Savaş döneminde Ruslara saldırmak için bahane aramakta olan çılgın general Jack D. Ripper, Rusların 'Amerikan halkının vücut sıvılarını kirlettiği' gerekçesiyle SSCB’ne sürpriz bir nükleer saldırı yapmaya karar verir. Nükleer silahlarla yüklü bir Amerikan uçağı Rus sınırına yakın bir bölgede Soğuk Savaş döneminin tipik devriye uçuşlarından birini yapmaktayken mürettebat Ripper’dan SSCB’ne saldırı emrini alır.Bu esnada Amerikan Başkanı Pentagon’daki danışmanlarıyla bir toplantı yaparak durumu değerlendirir. Savaş yanlısı general Turgidson bu durumun Komünizmle hesaplaşmak için güzel bir fırsat olduğu görüşündedir. Fakat Rus büyükelçisi DeSadesky Amerikan makamlarına Rus savunma teknolojisinin geldiği son noktanın ürünü olan 'Doomsday Device'dan bahsettiğinde ve Başkan’ın danışmanlarından eski Nazi bilimadamı Dr. Strangelove buluşun varlığını onayladığında durum daha da tehlikeli bir hal alır; 'Doomsday Device', SSCB’ne yapılacak herhangi bir nükleer saldırıda dünyadaki tüm canlıların yok olmasını sağlayacak bir karşı tehtid silahıdır...
   Dr. Strangelove, Soğuk Savaş döneminin en gerilimli ve buhranlı döneminde, Küba krizinin hemen sonrasında, 'Nükleer Çağ'ın başlangıcında Amerika ve SSCB arasındaki gerilime dair mizahi bir yaklaşım getirebilmesiyle Stanley Kubrick’in kariyerinin ve söz konusu dönemin en cesur yapıtlarından biri olarak kabul ediliyor (Kaynak:
beyazperde). Daha detaylı bilgi için  lütfen knock knock! .

      Kubrick'in 1975 yılında yönettiği romandan uyarlama filmi "Barry Lyndon"ın senaryosu kendisine ait olup, yapımcısı da yine kendisi. Görüntü yönetmeni John Alcott ile1974 yapımı filmi "A Clockwork Orange"'la başlayan dostluğu ise bu filmde yine devam ediyor ve fazlasıyla hissediliyor... Filmin kısaca konusu şöyle: 1700’lerin tam ortasında, genç bir İrlandalı olan Redmond Barry, bir subayı düelloda öldürünce kaçıp yeni bir hayat kurmak ister. Serüvenler sonucu kendisini savaşın ortasında Prusya ordusunda bulur. Savaştan sonra casuslukla görevlendirilip İrlandalı bir Şövalye’nin peşine takılır. Onunla birlikte Prusya’dan kaçar ve kumarbazlığa başlayarak Avrupa’nın kalburüstü sosyetesine burnunun ucunu sokmayı başarır. Ama gözü daha yükseklerdedir. W. M.Thackeray’nin İngilizce konuşulan ülkelerde çok meşhur romanından Kubrick’in yaptığı bu uyarlama, ustanın filmleri arasında en mütevazi hayran kitlesine sahip olanı. Yine de bir yükselişin ve düşüşün öyküsünü müthiş bir sükunet ve ritmle anlatmayı biliyor ve tüm Kubrick filmleri gibi ısrarla zamana direniyor (Kaynak: beyazperde). Detaylı bilgi için, lütfen knock knock! .


   Yanılmıyorsam ikinci postumda "Shining"den bahsetmiştim burada da eklemek istedim. 1980 yapımı "Shining" yönetmeni olan Kubrick, filmin aynı zamanda senaristi ve yapımcısı. John Alcott ise yine görüntü yönetmeni, kısacası filmin kusursuz görselliğine ve Kubrick'in kafasındakileri görmemize hizmet eden en önemli eleman. Filmin konusuna gelince; Jack Torrance (Jack Nicholson) Colorado dağlarındaki Overlook Oteli’nin bakıcısı olmayı kabul eder. Otel kışın kapalı kalacağından Jackve ailesi uzun bir süre boyunca mekanın tek misafirleri olacaklardır. Kar fırtınası aileyi dış dünyadan yalıttığında, medyumluk ve telepatik güçlerden nasibini almış olan Jack’in oğlu Danny otelin 'perili' olduğunu ve ruhların babası Jack’i yavaş yavaş çıldırma noktasına getirdiğini farkeder.Jack, yıllar önce karısı ve iki kızını öldüren otelin eski bakıcısı Bay Grady’nin hayaletiyle tanıştığında işler iyice kızışacaktır.Shining çoğu kişiye göre Kubrick’in gerçek başyapıtı. Usta yönetmen bu filmde gerilim ve korkutma sanatını, eşsiz bir grafik anlatımla sıfırdan inşaa ediyor. Filme kaynaklık eden Stephen King’in romanı, ülkemizde de 'Medyum' adıyla, bir dönemin en çok satan kitapları arasındaydı. Daha detaylı bilgi için lütfen knock knock .


       Son olarak Stanley Kubrick'in yönettiği filmler bölümüne "Full Metal Jacket"ı ekliyorum.  1987 yapımı filmin, senaryosu da yine Kubrick'e, görüntü yönetmenliği de Dougles Milsom'a ait. Filmin özetle konusu şöyle: Usta yönetmen Stanley Kubrick’ten Vietnam savaşına iki aşamalı dramatik bir bakış. Savaşın en yoğun olduğu dönemde Amerikalı gençler gönüllü olarak da olsa korku içinde askere alınmaktadır. Çavuş Hartman tarafından eğitime alınan bir grup asker, Vietnam şartlarına hazır olabilmeleri için çok zorlu bir eğitimden geçerler. Vietnam’a gittiklerinde, aldıkları eğitimin ve o sırada yaşadıkları zorlukların, aslında hiçbir şey olduğunu görürler. Aldıkları emirleri uygulayabilmek için canlarını feda etmek zorunda kalacaklardır (Kaynak: beyazperde). Daha detaylı bilgi için lütfen knock knock! .



     Bu postta Stanley Kubrick'in 3 filminden bahsetmedim. Bahsetmediğim bu filmleri sinema grubuyla izledik ve bir sonraki postu kalan üç filmine ayırmayı planlıyorum (Kubrick'in 1980 yapımı "Shining" filmini sinema grubunun ilk turunda izlemiştik.). 
      Kubrick 80'leri atlayıp, sırasıyla ;
     * 90'lardan 1999 yapımı Tom Cruise ve Nicole Kidman'ın baş rollerini paylaştığı "Eyes Wide Shut"; 
      * 70'lerden 1971 yapımı baş rolde Malcolm MacDowell'i izlediğimiz "A Clockwork Orange";
   * 60'lardan 1968 yapımı "2001: A Space Odyssey"den bahsetmek içinse bir sonraki postta görüşeceğiz.
      Sofistike donanımını bir çok farklı türe yansıtmayı başarmış bir yönetmen olan Stanley Kubrick; mükemmeliyetçiliğini, filmlerinde teknik kusursuzluk tutkusuyla ve entelektüel sembollerle harmanlamış, her planda son derece ince detaylarda yürüyerek, kendi tarzını diğerlerinden ayıran farkı elde etmiştir. 




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...