31 Aralık 2011 Cumartesi

Bir Soundtrack Arası

     2012'ye saatler kala biraz keyiflenmek ve şimdiye kadar yazdıklarımın tozunu alıp, cilalamak adına bir soundtrackler ve film müzikleri geçidi hazırladım. Hoş seyirler ve dinletiler ola...

      Benim eğlendiğim ve diyalog akışlarını eğlenceli bulduğum sağlam romantik komedilerden "Crazy, Stupid Love"ın bar sahnesinde çalan Bamboos'un seslendirdiği parça(Grubun diğer şarkıları da bağra basılası diye düşünüyorum:)

          Ve 2008 yılıydı yanılmıyorsam, üniversitede bir hocamın bana verdiği dvd ile filmin varlığından haberdar olmuştum. "The Girl On the Bridge", Köprüdeki Kız. Tinderstick grubunun seslendirdiği "Another Night".
       
       Son izlediğim filmlerden Drive'ı es geçmek olmaz diye düşünüyorum. Yine Ryan Gosling'in muhteşem performansı.
       
        Bir Almadovar Filmi "Volver".  Penelope Cruz şarkıyı söylerken sanki ruhu acıyla dans ediyor. Hemen ardından "Vengo"nun müziği de gelmeli pek tabii. Birini dinlersem diğerini -gayri ihtiyari- mutlaka dinlerim.
"VOLVER"
"VENGO"
       
     Yine müthiş bir keyifle izlettiren ve ziyadesiyle çocukluğa hitap eden bir Fransız filmi "Jeux d'enfants", "Cesaretin Var mı Aşka?" keyifli seyirler. - Cap ou pas Cap!
       
        Daha aklımda onlarcası olmasına rağmen ilk aklıma gelen ve kardeşim Cansu'nun katkılarıyla hatırladığım filmler bunlardı. Bu arada film müzikleri deyince Tony Gatlif'i atladığım düşünülmesin ona ayrıca bir post hazırlamayı düşünüyorum.
      Son olarak bir kaç Türk filmi soundtrack'i eklemek istedim. Sırasıyla önce 80'lerden Şener Şen ve Müjde Ar'ın başrollerini paylaştığı Türk sinemasının ilk kara mizah örneklerinden, "Arabesk" filminden "İsyankarım"; hemen ardından 90'lardan filmi sevmesem de aklımda kalan "Karışık Pizza"nın müziği Özkan Uğur'un yorumuyla "Maksat Muhabbet Olsun" ve son olarak da 2000'lerden  bir Özcan Alper filmi "Sonbahar"'ın soundtrackı. Keyifli seyirler..
"ARABESK"
"KARIŞIK PİZZA"
"SONBAHAR"


            2011 gibi izler bırakmayacak, güzel bir filmin fragmanı kadar merak uyandıracak ve iyi hissettirecek bir yıl dileğiyle, hoş seyirler...



         
           

Tema: "Bağlanma", Film:"Lars and the Real Girl"

Bağlanma Teması başlığı altında izlediğimiz son film "Lars and the Real Girl" oldu. Yine kısa bir künye ile başlayalım:
Yönetmen: Craig Gillespie 
Seneryo   : Nancy Oliver
Oyuncular: Ryan GoslingPatricia ClarksonEmily Mortimerdevamı...
Orijinal adı: Lars and the Real Girl  uzun metrajlı film Kanada , ABD . Tür: Komedi, Drama
Süre: 106 dk Yapım yılı: 2007 
Müzik: David Torn
Gçrüntü Yönetmeni: Adam Kimmel
Özet: Abisi Gus ve karısı Karin'in evlerinin garajında yaşayan Lars, babası öldükten sonra içine kapanmış, insanlarla iletişim kurmaktan ve yakınlaşmaktan çekinen biridir. Lars'ın durumu için endişelenen ve onu ailenin bir parçası yapabilmek için çabalayan Karin ve Gus, Lars'ın bir kız arkadaşı olduğunu öğrenince sevinseler de, gelin adayının internetten sipariş üzerine gelmiş plastik bir kadın olduğunu görünce sevinçleri pek uzun sürmez. İşin zor kısmı ise Lars etkilenmesin diye yeni kız arkadaşı Bianca'ya gerçek muamelesi yapmak zorunda kalacak olmalarıdır. Psikolojik araştırmalara ve belgesellere konu olmuş ciddi bir meseleyi komik ve yer yer hüzünlü anlatan Lars sevince, sevgiye, aileye ve dostluğa dair kalın mesajlar vermeyen, özenle yazılmış senaryosu ve başarılı oyunculuklarıyla izlenmeye değer bağımsız bir yapım. Film, ayrıca Six Feet Under dizisinin birkaç bölümünün de senaristliğini yapmış olan Nancy Oliver'a Oscar adaylığı da getirdi.


      Lars'la ilgili küçük bir giriş yapmak güzel olur diye düşündüm. Annesi kendisinin doğumunda ölen Lars, eşinin ölümünden sonra kapıldığı yalnızlık duygusunu bastıramayan bir baba tarafından, abisinin kendisini kurtarmak için kaçıp gittiği bir evde yetiştirilmiş. Babasının ölümünden sonra ağabeyi Gus (Paul Schineider) ve ağabeyinin hamile eşi Karin ( Emily Mortimer)'in evinin garajında yaşamaya başlamış, hayatını onların hayatından izole etmiş, iletişimini minimumda tutmuştur. Annesinin Lars'a hamileyken ördüğü küçük battaniyesi ise Lars'ın annesiyle bağlanmada yaşadığı yoksunluk nedeniyle elinden hiç bırakmadığı sevgi nesnesi olarak adlandırılabilir. Bu noktada aslında üzerinde uzunca konuşulması ve Lars'ın kişilik örüntüsü ile ilgili kafamızda oluşacak pek çok boşluğu, psikanaliz ekollerinden ve Melanie Klein tarafından ortaya atılan Nesle İlişkileri Kuramı (Nesne ilişkileri teorisi, çocuğun  Ödipal dönem öncesindeki -2-3 yaş öncesi- dış dünyayı nasıl algıladığına, dış dünya ile ilgili deneyimlerini nasıl zihinsel bir organizasyon içine yerleştirdiğine, yaşamın ilk günlerinden itibaren diğerleri ile olan ilişkilerini oluşturma biçimine, bu ilişkilerin zihinsel yapıya ve daha sonraki ilişkilerin şekillenmesine olan etkilerine ağırlık veren bir zihin teorisi şeklinde özetlenebilir.) ile doldurabiliriz. Kuramla ilgili daha detaylı bilgi için lütfen kncok knock!.
  
      Filmin Bağlanma Temasına hizmet eden başlıklarını kabaca kategorize etmek gerekirse: Kendini Keşfetme, Kardeşlik, Battaniye(Sevgi Nesnesi), Kilise, İzolasyon, Travma, Delüzyon, Yalnızlık, Obsesif-Kompulsif.

    Dolayısıyla Bianca eve gelene kadar, anne yoksunluğu ve yetersiz özbenlik duygusunun (diğerleri için uygun biçimde kaygı duymayı barındırma, öz değerlilik, gerçekliğin getirdiği zorluklarla ve görevlerle başa çıkmak, kendini ortaya koyma sürecinde aktif olmak) Lars'ın tüm davranışlarına ve duygulanımlarına paylaştırıldığını izliyoruz. Bianca'nın eve gelişiyle de Lars'ın, Bianca sayesinde doldurduğu tüm boşluklarını somut bir biçimde seyrediyoruz. 

     Filmin benim için peş peşe sıralanabilecek önemli detaylarının başında, elbette ki senaryo geliyor. Birbiri içerisinde çok ince çizgilerle ayrılan ve özenilmezse çok başka taraflara çekilebilecek ve bayağılaşabilecek konuları, kusursuz bir mütevazilikte sunuşu. Lars'ın dramatik geçmişi, eve kız arkadaşı olarak internetten satın aldığı plastik kadını getirip ağabeyi ve eşiyle tanıştırması, tüm kasabanın Lars'ın içinde bulunduğu durumu kabul etme ve Bianca'yı içlerine alıp seferber olma sürecinde yaşadığı ince geçiş, duygulandırıyor ve güldürüyor ama asla yormuyor.

   Bianca, bir anda Lars'ın insanlarla kuracağı ilişki ve iletişimlere açılan kocaman, heybetli  bir kapıya dönüşüveriyor. Lars, Bianca sayesinde Gus ve Karin'in onu gerçekten sevip sevmediğini, kasabadaki diğer insanlarında onu umursayıp umursamadığını test etme şansı buluyor. Yeterli farkındalığa ulaştığında, Bianca'yı ölümcül bir hastalığa mahkum ediyor.


      Lars'a aşık olan kız Margot ile olan sahneleri, ağabeyi Gus'ın çocukken kendi arkadaşlarıyla oynamak için gittiği ve Lars'ı yanında götürmediği gölün kenarındaki sahneler, Gus'ın karısı Karin ile Lars'ın ilişkisi, Karin'in doğacak bebeğine Lars'ın yüklediği sıkıntılı anlamlar, Lars'ın dünyasını anlamlandırmak adına izlerken üzerinde durulması gereken önemli detaylar diye düşünüyorum
     Bitirirken son olarak, Lars and the Real Girl sayesinde kafamda ampul yakan Ryan Gosling'in tüm filmlerini geçen ay oturdum izledim ve gelecek oyuncu performansları postlarımda ilk misafirim kendisi olacak. Yavaş ve emin adımlarla tırmandığını düşünüyorum. Her filminde bambaşka ve uç karakterleri oynaması zihnimde, Edward Norton siluetleri uçuşmasına neden oldu. Sıklıkla görüşmek üzere!







29 Aralık 2011 Perşembe

Tema: "Bağlanma", Film:"The Basketball Diaries"

Bağlanma Teması başlığı altında ikinci filmimizi Basketbal Günlükleri olarak seçmiştik. Küçük bir künye ile başlayalım mı?

Yönetmen: Scott Kalvert
Senaryo   : Bryan Goluboff
Roman     : Jim Carrol
Oyuncular :Leonardo DiCaprio, Lorraine Bracco, Mark Wahlberg, Jim Carrol
Orijinal adı: The Basketball Diaries uzun metrajlı film ABD . Tür: Dram , Biyografik
Süre         : 102 dk Yapım yılı: 1995
Müzik      : Bryan Goluboff
Görüntü Yönetmeni: David Philips
Özet: Jim, lise basketbol takımının başarılı oyuncularından biridir. Milli takımda oynama ve bir basketbol yıldızı olma hayalleri, uyuşturucu ile tanışınca yerini, New York sokaklarının acı gerçeklerine bırakır.
Annesi tarafından evden atılması ile birlikte para bulup hayatta kalabilmek için her türlü suçu işlemekten çekinmeyen bir insana dönüşür. Suç, sefalet, çarpık ilişkiler ve ölüm gibi kötü tecrübelerle dolu bir yaşamla karşı karşıya kalmıştır. Ta ki, kendini kurtaracak şeyi, yazı yazmayı keşfedene kadar...
       1978 yılında yayınlanan, yazar, şair ve müzisyen Jim Carroll’ın aynı adlı otobiyografik romanından uyarlanan the Basketball Diaries filminde Jim Carrol'u Leonardo Dicaprio canlandırıyor. Filmde madde bağımlılığı sonucu mahvolmuş adam Frankie Pinewater karakterine ise Jim Carrol'un kendisi hayat veriyor. Jim Carroll'ın hayatı ve eserleri ile ilgili bilgi için lütfen knock knock!

        Filmin Bağlanma Kuramına hizmet eden alt başlıkları kabaca şöyle kategorize edilebilir: Anne-oğul ilişkisi, Basketbol, Akran ve Ergen Zorbalığı, Duyarsızlık, Yoksunluk, Günlük Tutma(yazma tutkusu), Hırsızlık, Sınıf, Din-İnanç- Varoluş Sorgulamaları ve Madde Bağımlılığı.

          Bir Katolik Lisesine devam eden, aynı zamanda lisenin basketbol takımında oynayan Jim, yine tutucu bir katolik olan annesiyle yaşamaktadır. Jim'in annesiyle olan diyaloglar ve  sahneleri zaman zaman çok ajite yansıtılmış olsa da, annenin zavallılığını ve Jim'in çırpınışlarını derinden hissetmemiz açısından, anne-oğul arasındaki bağlanma ve güven ilişkisini çok net yansıtıyor. 


         Annesinin Jim'in durumuyla ilgili farkındalığı oldukça düşük, annesinin gözünde Jim daha çok sorumsuz ve söyleneni yapmayan asi bir ergen gibi görünüyor. Ancak annesi Jim'in uyuşturucu kullandığını öğrendiğinde, buna çok geç kalmış oluyor ve oğluna sırt çevirerek sadece onun için dua ediyor. Annenin  dine sarılıp bu konuda yoğun egoizmini açığa çıkarması da ayrıca üzerine konuşulabilecek bir detay diye düşünüyorum.

      Aslında iyi hissetmek ve üç arkadaşıyla birlikte sık sık, oyun gibi başvurdukları akran zorbalığına hazırlık için başladığı uyuşturucunun zamanla Jim'i nasıl ele geçirdiğini görüyoruz, yine de vazgeçmediği iki şey var: Yazmak ve basketbol oynamak. Jim'in hayatının hemen her bölümünü annesini, arkadaşlarını ve onlarla ilişkilerini, basketbol ve yazma tutkusunu, hastanede yatan kanser hastası arkadaşı Bobby ile olan bağını, bağımlı kızla, basketbol sahasında zaman zaman atıştığı zenciyle ve onunla olan ilişkisini net bir şekilde görüp, Jim'i anlıyoruz. Uyuşturucuya birlikte başladığı üç arkadaşından biri olan Neutron, fazla doz alıp oynayamadıkları bir basketbol maçı sonrası, okul sorumlusu Peder McNulty tarafından bir seçim yapmaya zorlanıyor ve arkadaşlarından ayrılıp okulda kalmaya devam ediyor. Jim'in bir süre önce birlikte uyuşturucu kullandığı arkadaşı Neutron, NBA kariyeri için büyük bir adım atıyor ki, bunu Jim'in bir televizyon ekranından gördüğü sahne, madde bağımlılığı konusunda yaşadığı ilk kırılma noktasını  gözler önüne seriyor. 
      
        Diğer iki arkadaşının da karıştıkları farklı suçlardan içeri alınmasıyla yalnız kalan Jim, uyuşturucu alabilmek için pek çok sıkıntıya giriyor ve kurtuluşuna açılan yolu, yazdıklarına en çok kıymet veren zenci basketbolcu Reggie'nin yanında buluyor. Onunla birlikte olduğu zaman içerisinde kurduğu özdeşim ve bağ, Jim'in hayatındaki pek çok boşluğu sorgulamasını ve anlamasını  sağlıyor. 
         Gelelim filmin benim için önemli olan noktalarına. Esasında filmi genel anlamda beğendim. Her ne kadar geçmişten kalan Leonardo Dicaprio kareleri zihnimde dolansa da, iyi bir iş çıkardığını söyleyebilirim (yine de Inception ve Shutter Island performansları dışında aklımda kalan pek bi filmi yok). 
       Filmde atlanmaması ve üzerinde çok daha fazla çalışılması gerektiğini düşündüğümse tabii ki salonda oynanan basketbol maçı sahneleriydi, malesef bana oldukça acemice geldi. Maç çekimlerinde tercih edilen kamera hareketleri oldukça başarılıydı ve belki de bu sebeple benim beklentimi karşılamadı. Daha çok antrenman yapıp bu sahneler çekilseymiş, mükemmel olmasa da gerçeğe yakın görüntüler elde edilebilirmiş.
   Halüsinasyon çekimleri ve planlarını da sevdim, beklenilen absürd-fantastik hissiyatı yakalayabilip, Jim'in içinde bulunduğu tüm ilişkiler yumağı içerisinde neden uyuşturucuya sığındığını daha iyi anlayabiliyoruz. Buna ek olarak Bobby'nin ölümünün ardından, dört arkadaşın gece yağmur altında oynadıkları basketbol ve yine dört arkadaşın henüz bağımlı olmadan önceki dönemde yanılmıyorsam Manhattan Nehri'ne atladıkları sahneler filmin en iyi hissettiren bölümlerinden. Tabii filmin soundtracklerinin etkisi de yadsınamaz bir gerçek ki, tüm etkileyici bölümlerde zaten fazlasıyla ön planda ve hissedilir kullanılmış. 
         Son bir kaç şey var daha var filmle ilgili ekleyeceğim ancak emin olup öyle eklemeyi düşünüyorum, kafamda soru işaretleri oluştu bazı sahnelerle ilgili. Kısa süreliğine şimdilik bu kadar..
       
             


         



 


26 Aralık 2011 Pazartesi

Tema: "Bağlanma" Film: "The Royal Tenenbaums"

Bağlanma Teması başlığı altında ilk filmimiz "The Royal Tenenbaums"u izledik. 
Filmin Kısa Künyesine Göz Atalım:
Vizyon tarihi: 22 Mart 2002
Yönetmen: Wes Anderson 
Oyuncular: Gene HackmanGwyneth PaltrowLuke Wilsondevamı...
Orijinal adı: The Royal Tenenbaums 
uzun metrajlı film ABD . Tür: Komedi
Süre: 109 dk Yapım yılı: 2001 
Filmnin kabaca künyesi böyleyken, izleyenler bilirler müzikleri de oldukça ön plandaydı. Mark MothersbaughDee Dee RamoneJoey RamoneJohnny RamoneTommy RamoneErik Satie, Joe Strammer filmnin müziklerini yapanlar.
Ve bence bu filmin en can alıcı noktası görselleri.  Görüntü Yönetmenliğini Robert D. Yeoman yaptığı filmin kurgusu Daniel R. Padget, Dylan Tichenor'a ve Yapım Tasarımı da David Wasco'ya ait.
    Özetle, Royal Tenenbaum ve karısı Etheline’nin üç çocukları vardır: Chas , Richie ve Margot. Ve Çift bir gün ayrılma kararı alır.Oysa o güne dek; Chas çocuk sayılacak yaştayken emlak işine girmiştir ve uluslararası finans dünyasında neler olup bittiğini bilecek düzeydedir. Margot oyun yazmaktadır ve henüz dokuzuncu sınıftayken elli bin USD’lik Braveman Grant ödülünün sahibi olmuştur. Richie teniste küçükler şampiyonudur ve U.S. Nationals finallerini üç yıl üst üste kazanmıştır.Şimdi, genç Tenenbaum’ların tüm bu parlak hayatı üzerinden ihanet, başarısızlık ve felaket dolu 20 yıl geçmiş ve herşeyin sorumlusu olarak kabul edilen kişi, genellikle ailenin babasıdır.The Royal Tenenbaums, bir dahiler ailesinin ve bu ailenin birdenbire, umulmadık şekilde bir kış toplantısı için yeniden biraraya gelmesinin hikayesidir. Detaylı incelemek için knock knock! bir de bu var, knock knock! .

     
     Özellikle obsesif ve melankoliklerin(niyetim filmi sevenleri kategorize etmek değil aksine kendimden hareketle yola çıkıyorum) oldukça sevebileceği tarzda bir filmdi. Avrupa mizahını ve minimalistliğini fazlasıyla içinde barındıran bir film olma özelliğiyle de Hollywood'lu kardeşlerinden ayrılıyor.  Bunun yanı sıra filmin dinamik montajını ve kusursuz görselliğini de unutmamak lazım. Temel olarak sarı tonlarda düşünülen sahnelerde komedi, hüzün, aşk, nefret, ilişkiler, aile içi dinamikler ve bağlanma problemleri yoğun olarak önümüze koyulmuş. Bunun yanı sıra, bu kalabalık oyuncu kadrosunda lokomotif baba Royal gibi görünse de, her karakterine eşit mesafede yaklaşabilmeyi ve her karakterini en az öne çıkardığı kadar, geriye çekmeyi de başarabilmiş, adaletli davranmış bir yönetmenin elinden çıkmış bir film. Böylece yönetmen, her biri dahi(üstün) kabul edilen çocukların içinde bulundukları duruma gelmeden önce neler yaşadıklarını ve buna bağlı hezeyanlarını oldukça absürd-dramatik bir anlatımla pekiştirme yoluna gitmiş, filmi komedi görünümlü bir drama haline getirmiştir. Esasında temelde ince bir hüzün dalgası barındıran The Royal Tenenbaums, mizahına entelektüel kılıflar biçerek, o hüznü absürt biçimde yansıtmayı başarıyor ve bunu filmin görselleriyle (çizgi roman tadında sarı-kahve tonlarda), sofistike senaryosuyla ve sağlam oyuncu kadrosuyla yapıyor. 

    
    Hayatla ve hayata karşı tutumları konusunda yoğun çatışmalar yaşayan Tenenbaum'lar, klasik,ideal çekirdek aile formununun yapısını hemen her sahnede (mekan-dekor, ilişkiler, sırlar, hırs, onay alabilme, aidiyet, cezalandırma vb.) yoğunlukla izleyiciye sorgulatıyorlar. Royal ve Eitheline Tenenbaum çiftinin oğulları Chas ve Richie Tenenbaum'a ek olarak bir de ailenin evlatlık kızı Margot Helen Tenenbaum'dan oluşan Tenenbaum Ailesi, görünürde varlıklı, entelektüel ancak temelde Royal Tenenbaum'un kişilik yapısından hareketle oldukça ukala bir aile tablosu çiziyorlar. Karakterlerin çocukluktan beri giydiği kıyafetlerin aynı oluşu da, benzeri sıkıntıları kişilik özelliklerine paralel, saplantılı ve grandiyöz ruh hallerine atfedilmiş kıymetli bir detay özelliği taşıyor.
*Chas: Daha çocukluk günlerinden itibaren borsada hisse senedi piyasasını takip etmektedir ve hırslı bir iş adamına dönüşmüştür. Eşini bir ihmal sonucu kaybeden ve iki oğluyla hayatta kalan Chas, bir çeşit acil durumlarda hayatta kalma ve akut müdehale obsesifi olmuştur. Takıntılı-zorlantılı davranış bozukluğu ( bilgi için lütfen knock kncok! ) olan Chas, babasıyla arasındaki uçurumu film boyunca en çok dışa vuran karakter olmuş, çocuklarına olan saplantılı düşkünlüğü onu  babasıyla özdeşleşmekten alıkoyamamış, aksine babasının işlerinin komutasını devralıp bir anlamda iktidarını eline geçirmiştir. Ancak zirvedeki varlığı, takıntıları yüzünden ofisini ve çocuklarını annesinin evine taşımaya karar verinceye dek sürecektir.


*Richie: Royal Tenenbaum'un gözdesi. Genç yaşta tenis şampiyonu olmuştur ve üç sene ard arda ulusal kupayı (U.S. Nationals) kazanmıştır. Ancak evlatlık kız kardeşi Margot'a fena halde aşık olan Richie'nin zirveden dibe vuruşu ve kariyerinin bitişi sahnesi, ise Margot'un kocasıyla tenis maçını izlemeye geldiği ve Richie'nin bunu sinevizyondan gördüğü sahne olacaktır. Film boyunca baba Royal Tenenbaum'un ilişkisi en sağlıklı çocuğu Richie gibi görünse de, Richie grandiyöz hezeyanlara sahip, aidiyetten nasibini almamış(gerekli olup olmadığı görece) ve Margot'a duyduğu aşk yüzünden moral sorgulamarı (kız kardeşe aşk-ensest) ile esasında arayışı en derin olan karakterdir. Narsistik özelliklerine ithafen, bir aynanın karşısında, Margot için intihar ettiği sahne oldukça kıymetli bir sahnedir.
*Margot: Royal Tenenbaum'un her bulduğu fırsatta evlatlık kızı olduğunu vurguladığı çocuğudur. Margot, tiyatro yazarıdır ve henüz dokuzuncu sınıftayken yazdığı ve evlatlık olduğu Tenenbaum'ları anlatan oyunu ile binlerce dolarlık Braveman Grant ödülünün sahibi olmuştur. Margot histerik, asi, kötü, kaka çocuk, her hangi uç bir durumu,olayı deneyimlemelere doymamış bir karakter. 12 yaşından beri sigara içiyor ve ailesinden kimse bunu bilmiyor. Margot da Richie'ye aşık ancak sosyal normlar ve kurallar Margot'nun da Richie'ye giden tüm yollarını kapatıyor. Öyle ki Margot'un tüm histerik eğilimleri ve borderline kişilik özellikleri(bilgi için knock knock! ) gösteren halleri, Richie'ye duyduğu aşkı bastırmaya çalışmaktan ve derin çocukluk deneyimlerinden geliyor. 
*Elijah: "I always wanted to be a Tenenbaum." cümlesiyle bence bu filmin kafalarda oluşan en büyük boşluğunu dolduran ve mükemmel denilebilecek düzeyde pek çok soruyu cevaplayan karakterdir. Çünkü Elijah'in Chas, Richie ve Margot gibi doğuştan gelen yetenekleri yoktur. Elijah disiplini çalışması ve hırsı sayesinde çok çabalayarak yükselmiş, akademik saygınlığa kavuşmuş, bir çok popüler kitap yazmış, yine de tüm entelektüel birikimine karşın Margot'un gözünde Richie'nin tahtına oturamamış, bir madde bağımlısıdır.
Royal ve Eithelin Tenenbaum, temelden sıkıntılı ilişkilerini çocuklarının etrafında yoğunlaştır(ama)mışlar, tamir edilmesi güç güvensizlikleriyle bu olumsuzluğu pekiştirmişlerdir. Royal Tenenbaum çocuklarının ve karısının girdiği çıkılması güç yoldan onları döndürmek için kendince kurnaz sayılabilecek bir takım akıl oyunlarına girişir. Yıllar önce terk ettiği Eithelin'in kendisinden boşanıp başka bir erkekle evlenme kararı ise planlarını devreye sokabilmek için en büyük tetikleyicisi olmuş ve Tenenbaum kraliyetini yeniden toparlamanın sıkıntısı içine girmiştir. Sırasıyla çocuklarının kalbini kazanıp eve yeniden dönebilmenin hayaliyle, bir dizi aksilikler silsilesine neden olan Royal Tenenbaum'u canlandıran Gene Hackman (hemen knock knock! ), ve Royal'ın evden gidişiyle Tenenbaum kraliyetini devralan eşi Eithelin Tenenbaum(hemen knock knock! ) ise çocuklarına ve hayatındaki tüm insanlara mesafeli duran nevrotik anne rolüyle kusursuz performanslar sergilemişler. 

Ps: Bağlanma Kuramıyla ilgili detayları önceden okuyanlar bilirler (ama yine de kısa bir not: knock knock! ), çocukluk yaşantılarında bağlanma modellerindeki eksikliklere, yani anneyle ya da bakım veren kişiyle kurulan güven ilişkisinin, kişinin yetişkinlik hayatına projeksiyonlarına  (anneyle kurulan ilişkinin yetişkinlik hayatımızda kurduğumuz tüm aşk, evlilik, arkadaşlık ve iş ilişkilerinin prototipi oluşu) az çok karakterler üzerinden değinmeye çalıştım. Filmde kuramla ilgili atladığım detayları da aklıma geldikçe de posta eklemeye çalışırım. Sıklıkla görüşmek üzere, şimdilik çaw!



25 Aralık 2011 Pazar

Sinema Grubunun İlk Turda Random Seçilen İlk 7 Filmi

Topnote: Tüm bu filmleri izledikten sonra bir önceki postumda bahsettiğim filmlerin tüm dinamiklerini şanına yaraşır şekilde değerlendirebilmek adına bir form düzenledik. Yapılandırılmış film analizlerine geçmeden önce bu filmleri de eklemek istedim hem fikir versin, hem de ufaktan oluşturmayı düşündüğüm arşivim için küçük bir başlangıç olsun istedim.
           
        Sinema Grubumuzda toplamda 7 kişi olduğumuz için, ilk turda 7 film izledik. İzleyeceğimiz filmleri tema, tür, yönetmen ve akım ayrımı gözetmeksizin, grup üyelerinin istediği filmlerden oluşturalım diye düşündük ve istediğimiz filmleri kura ile belirleyerek sıraya koyduk. Grup üyelerinin çağrışımlarına bırakılarak kura usulu belirlenmiş filmler sırasıyla şöyle oldu: 


* İlk Film Zeki Demirkubuz'un Masumiyet adlı filmi oldu. (Kişisel: Harika bir başlangıç oldu.)
Vizyon tarihi: 24 Ekim 1997 
uzun metrajlı film Türkiye . Tür: Dram
Süre: 110 dk Yapım yılı: 1997
Özet: Yusuf namus cinayeti sebebiyle girdiği cezaevinden çıkmıştır. Ama hayatta hiç bir amacı kalmamıştır artık. Uğur ile Bekir’in ise hikayesi bambaşkadır. Bekir uğrunda ölecek kadar çok sevmektedir Uğur’u. Ancak Uğur hapisteki Zagor’a aşıktır. Bir de Çilem vardır. Annesi Uğur’un hamileyken yediği dayaktan dolayı sağır ve dilsiz doğmuştur küçük Çilem. Yusuf köhne bir pansiyonda Bekir ve Uğur ile tanıştıktan sonra üçünün hayatları dramatik bir şekilde değişmeye başlar.Kır sahnesindeki Haluk Bilginer’in hafızalara kazınan uzun konuşmasıyla ve müthiş performansıyla çok konuşulan film, 2006 yılındaki yönetmenin çektiği Kader filminin sonrasını anlatır. Film, bir hayli ironik olan sonuyla da izleyende büyük bir etki yaratmıştır. Türk sinemasının çıkardığı en iddialı ve iyi filmlerinden biri olan Masumiyet, Antalya Film Festivali’nde 4 Altın Portakal ve Altın Koza Film Festivali’nde dört ödül aldı.  Daha detaylı bilgi için lütfen knock knock! 


* İkinci film Shining oldu.(Laf aramızda sinema Grubunun ilk turu Kubrick'siz düşünülemezdi:)
Orijinal adı: The Shining
uzun metrajlı film İngiltere . Tür: Korku , Gerilim
Süre: 146 dk Yapım yılı: 1980 
Özet: Jack Torrance (Jack Nicholson) Colorado dağlarındaki Overlook Oteli’nin bakıcısı olmayı kabul eder. Otel kışın kapalı kalacağından Jackve ailesi uzun bir süre boyunca mekanın tek misafirleri olacaklardır.
Kar fırtınası aileyi dış dünyadan yalıttığında, medyumluk ve telepatik güçlerden nasibini almış olan Jack’in oğlu Danny otelin 'perili' olduğunu ve ruhların babası Jack’i yavaş yavaş çıldırma noktasına getirdiğini farkeder.Jack, yıllar önce karısı ve iki kızını öldüren otelin eski bakıcısı Bay Grady’nin hayaletiyle tanıştığında işler iyice kızışacaktır.Shining çoğu kişiye göre Kubrick’in gerçek başyapıtı. Usta yönetmen bu filmde gerilim ve korkutma sanatını, eşsiz bir grafik anlatımla sıfırdan inşaa ediyor. Filme kaynaklık eden Stephen King’in romanı, ülkemizde de 'Medyum' adıyla, bir dönemin en çok satan kitapları arasındaydı. Daha detaylı bilgi için lütfen knock knock
                                                                

* Üçüncü Film "The Weeping Meadow" oldu.
Yönetmen: Théo Angelopoulos
Orijinal adı: Trilogia I: To Livadi pou dakryzei
uzun metrajlı film Fransa , Yunanistan , İtalya , Almanya . Tür: Belgesel , Romantik
Süre: 170 dk Yapım yılı: 2004
Özet: Theo Angelopoulos üçlemesinin ilk filmi olan Ağlayan Çayır’da, 1919-1949 arasında yaşanan bir hayat hikayesini anlatılıyor. Eleni, Odessa’da doğmuş fakat savaş döneminde hem annesi hem de babası ölmüştür. Alexis’in ailesi tarafından evlat edinilir ve aile Odessa’dan göç eder.
Ağlayan Çayır, yeni bir kasabaya yerleşen aileyle beraber büyümeye başlayan çocukların, özellikle de Eleni’nin hikayesedir. Bu bir Yunan trajedisi diyen Angelopoulos, Eleni’yi (Troyalı Helen) bir simge olarak kullanmış. Bir kadının çocukluğundan başlayıp gençliğini, aşık oluşunu, sahip olduğu herşeyi kaybedip yeniden yalnız kalışını anlatıyor.Angelopoulos bu filmle, 2004 yılında Avrupa Film Akademisi Ödülleri’nden Eleştirmenler Özel Ödülü’nü kazandı. Üçlemenin ikinci filmi, 1953’te Stalin’in öldüğü gün Özbekistan’da başlayan bir yol hikayesi olacak. Daha Detaylı bilgi için lütfen knock knock!


* Evet dördüncü film yine kült bir Hitchcock filmi oldu: Vertigo.
Yönetmen: Alfred Hitchcock
uzun metrajlı film ABD . Tür: Gerilim , Dram
Süre: 129 dk Yapım yılı: 1958 
Özet: San Fransisco polisinden dedektif Scottie Fergusson, bir suçluyu kovalarken, damdan düşen ortağını kurtaramaz ve yükseklik korkusu başlar.
Polisliği bırakan ve özel dedektif olan Scottie’yi, eski okul arkadaşı Gavin Elster karısını takip etmesi için tutar. Scottie, genç kadının peşinden San Fransisco’ya döner ve kendisini karmaşık olayların içinde bulur. Daha detaylı incelemek için lütfen knock knock!



* Beşinci film sinema grubumuzdaki narsistik yanı ağır basanları ortaya çıkarmak için minik bir tuzaktı sanki: LONDON.
London 2005 yapımlı Hunter Richards'ın yazıp, yönettiği ve başrollerinde Jessica Biel, Jason Statham ve Chris Evans'ın oynadığı romantik dram filmi. Film, iki eski sevgilinin partideki karşılaşmalarını ve başlarına gelenleri konu almaktadır. Aynı zamanda filmin başrol oyuncuları (Biel, Statham, Evans) birlikte Cellular filminde de oynamıştır. Daha detaylı incelemek için lütfen knock knock!
Filmin Türü: Drama, Romantik
Yönetmen-Senaryo: Hunter Richards
Orjinal Adı: London
Filmin Süresi: 92 dk.




* Altıncı film hem Avrupa, hem absürt hem de Fransız olsun demiştik ki zaten kur'adan da Amelie çıkmıştı:
Vizyon tarihi: 26 Kasım 2001 
Yönetmen: Jean-Pierre Jeunet
Orijinal adı: Le Fabuleux destin d'Amélie Poulain
uzun metrajlı film Fransa . Tür: Komedi
Süre: 120 dk Yapım yılı: 2001 
Özet: Şarküteri, Kayıp Çocuklar Şehri ve Alien 4 yönetmeninden Fransa’yı altüst eden yeni film. Mösyö Poulain’in bahçesinde neler oldu? Paris sokaklarında yırtılmış portreleri dolaşan esrarengiz adam kim? Yakışıklı Nino’nun fotoğraf albümü ile alıp veremediği ne var? Ve hepsinin ötesinde Amélie Poulin’i kim mutlu edecek? Jean Pierre-Jeunet tüm bu günlük hayata dair sorulara varoluşçu yanıtlarla geliyor. Olağanüstü!!! İncelemek için lütfen knock knock



* Yedinci Filmimiz Paris-Texas oldu. ps: Beğeneceğimi biliyordum da bu kadar etkileneceğimi hiç beklemiyordum. 
Yönetmen: Wim Wenders
uzun metrajlı film Fransa , İngiltere , Batı Almanya , ABD , Almanya . Tür: Dram
Süre: 148 dk Yapım yılı: 1984 

Özet: Travis, sessiz bir adam. Sırlarını sadece yollarla paylaşıyor. Kırmızı şapkasıyla, çoğu insanın arabayla bile zor katlandığı yollara ayaklarıyla meydan okuyor.
Bir gün Travis kardeşinin davetiyle yeniden medeniyete dönüyor. Evde onu kardeşinin eşi ve kendi oğlu beklemektedir. Başta uygar ve kuralcı bir yaşamı dışlayan Travis oğlu için katlanmaya başlar. Hatta alıştıkça, uzun süre ertelediği bir şeyi yapmaya karar verir. Yeniden yollara dönmeden önce, eski karısını bulmak...
Wim Wenders’in filmi, tüm zamanların en etkileyici filmleri arasına rahatlıkla girebilir. Olağanüstü karakter çalışması, yerleşik hayatı ve konformizmi tartışması ve tabii müthiş karşılaşmayı konu edinen unutulmaz son sahnesi bu filmi 20. yüzyılın zirvelerinden biri yapıyor. İncelemek için lütfen knock knock!


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...