9 Şubat 2012 Perşembe

Tema: "Ölüm", Film: "The Diving Bell and the Butterfly"

     Ölüm teması başlığı altında izlediğimiz son film "Le Scaphandre et le Papillon" (The Diving Bell and the Butterfly), Türkiye'de gösterime girdiği adıyla "Kelebek ve Dalgıç" oldu.
    Filmin kısa künyesi şöyle:
Yönetmen  : Julian Schnabel 
Senaryo    : Ronald Harword (Roman: Jean-Dominique Bauby)
Görüntü Yönetmeni: Janusz Kaminski
Orijinal adı: Le Scaphandre et le papillon 
Uzun metrajlı film Fransa, ABD. Tür: Dram, Biyografi
Süre: 112 dk Yapım yılı: 2007
Özetle;  Jean-Dominique Bauby 43 yaşında hastalanır ve bütün kas kontrolünü kaybeder. Tek kontrol edebildiği yeri, sol göz kapağıdır. Beyni ve kulakları da çalışmaktadır. Terapisti Henriette'in hazırladığı özel alfabe ile, her seferde sadece bir harfe gözünü kırparak hayatını anlatan bir kitap yazar.


   Yönetmeni Julian Schnabel'i Cannes Film Festivalinde En İyi Yönetmen ödülüyle taçlandıran filmin senaryosu, Fransız Elle Dergisinin editörü Jean-Dominique Bauby'nin gerçek hayat hikayesini anlattığı biyografik kitabından uyarlanmış. Oldukça hayat dolu, enerjik, popüler ve inançsız biri olan Jean-Dominigue Bauby'nin, geçirdiği hastalık sonrası elinde sadece zihinsel, işitme ve sol gözüyle görme yetisi kalır. Beyninin kontrol edebildiği tek yeri ise-daha sonra iletişim için kullanacağı- sol göz kapağına giden kastır. Jean-Dominique kaldığı hastanede gördüğü rehabilitasyon sırasında, sol göz kapağıyla iletişim kurabilmeyi öğrenerek kendi hikayesini anlatan bir kitap yazar.


       Filmin "Ölüm" temasına hizmet eden alt başlıkları; çaresizlik, klostrofobi, aşk, evlilik ve aile ilişkileri, terk edilme, yoksunluk, fanteziler ve mahkumiyet olarak düşünülebilir. Jean-Dominique'in: "Bazı şeyleri fark etmek için illa bir felaket mi yaşamak gerekir?" cümlesi esasında filmin sonunda zihnimizde oluşacak olan, neredeyse tüm düşüncelerin çerçevesini oluşturuyor diyebiliriz.


     Yukarıdaki karede, kahramanımızın etrafında dönen dört kadının (onu ve hissettiklerini anlamak için), Jean-Dominique'e  dikkatle baktığı sahnelerde, Jean-Dominique'in aklından geçen tüm fanteziler, dış ses olarak izleyiciye verilse de, Jean-Dominique'nin beklediğinin bambaşka bir şey olduğunu biliyoruz. Schnabel, filmin büyük bir kısmını Jean-Dominique'in gözünden anlatıyor. Jean-Dominique'in içinde bulunduğu akvaryum ve elbette ki o klostrofik hisse kendimizi ziyadesiyle teslim etmememize neden olan sahnelerin görselleri içinse, muazzam (hatta oldukça rahatsız edici) demek yerinde olur.  


    Esasında Jean-Dominique'in neyi, nasıl gördüğü konusunda filmin kusursuz planlarını önümüze seren yönetmen, filmde Jean-Dominique'i duyamayan insanların şanssızlığını seyirciye yaşatmıyor ve onun aklından geçenleri dış ses olarak duymamızı sağlıyor. Böylece filmdeki trajedi ve mizah dengesinin de profesyonelce ayarlanmış olduğunu görebiliyoruz. Çünkü Jean-Dominique, etrafında bir dolu ciddi konuşan ve hareket eden insan pervane olurken,  kendi durumunun, çevresinde yarattığı garipliklerle eğleniyor ve hatta espriler yapıyor. Kısacası Jean-Dominique'in durumunun, dışarıdan göründüğü kadar zavallı olmadığını anlayabilmemiz açısından, dış sesin bu filmde rahatsız edici olmadığını düşünüyorum.


    Bu üç kare Jean-Dominique'in hayallerinden ve fantezilerinden oluşuyor. İlk karede tedavi gördüğü hastanenin kurucusu olan, orta çağda yaşayan soylu bir kadınla kendini hayal ediyor ki bu hayali refah dolu eski yaşantısına olan özlemine bir gönderme olarak kabul edilebilir. İkinci karede kitabını yazmasına yardım eden kadınla, yemek yerken kendini hayal ediyor, bu da zamanının büyük çoğunluğunu geçirdiği bu kadınla, hayata dair hiç bir şey yapamıyor olmanın verdiği boşluğu doldurma çabası olarak düşünülebilir. Son karede  ise Jean-Dominique'i çok eski ve ağır bir dalgıç kostümü içerisinde görüyoruz. Üzerindeki dalgıç kıyafetinin ağırlığıyla batarken, hayallerinin onu bir kelebek gibi özgürleştirdiğinden bahsediyor. Bedenine hakim olan şeyin düşüncelerini asla ele geçiremeyeceğini anladığı anda, hayata tutunmaya motive oluyor ve kitabına ismini veren tam da bu dalgıç elbiseli hayali oluyor.


      Film ne zaman aklıma gelse yukarıda görülen bu plan da beraberinde geliyor diyebilirim. Gerçekten filmin bütünlüğü içerisinde düşünüldüğünde oldukça sağlam temele oturtulabilecek bir kare demek yerinde olur sanırım. Bu anlamda filmin görüntü yönetmeni olan Janusz Kaminski'nin de ayrı bir alkışı hak ettiğini düşünüyorum. Bunun yanı sıra filmin müzikleri enfes; gençlik yıllarında müzikle ilgilenen yönetmen Schnabel'in, filmin müzik süpervizörlüğünü de üstlenmesi, müzikal anlamda da ortaya tatmin edici bir iş çıkmasını sağlamış gibi görünüyor.

    Filmin "Ölüm" temasına hizmet eden ya da etmeyen, Jean-Dominique'nin sorgulamalarıyla ve yüzleşmeleriyle dolu pek çok yan konusu da var. Ama filmin, benim için, nispeten daha kıymetli detaylarına bu postta yer vermeye ve bolca fotoğraf kullanmaya özellikle gayret ettim. 

   Son olarak, bu kadar film karesi eklememe rağmen, Jean-Dominique'nin görüntüleri ve insanlar tarafından nasıl göründüğüyle ilgili çok detay kareler koymamayı tercih ettim. Açık söylemek gerekirse, filmde Jean-Dominique'in nasıl göründüğü değil de, hayatın onun tek gözünden nasıl göründüğü tarafında yerimi aldım.
  Ayrıca bu postu, yukarıda görülen bu kıymetli kareyle bitirmek istedim. Ne de olsa, izleyenler bilirler, film bu kare olmadan düşünülemezdi ve bu özel harf dizilimi olmadan , Jean-Dominique'in o cenderenin içerisinde neler hissettiğini ve düşündüğünü bilemezdik...
    "The Diving Bell and The Butterfly"dan bu kadar, sıklıkla görüşmek üzere...




    

14 yorum:

AslıASLI dedi ki...

Bir filmin bu kadar iyi analizini yapabilmek muhteşem bir şey. Onun için okumayı çok seviyorum film anlatımlarınızı.

Bu filmi uzun zaman önce yine bir arkadaşım anlatmıştı ama inanın ona söz vermeme ragmen izleyememiştim. En kısa zamanda izlemek istiyorum, tsk ederim :)

Öküzün Önde Gideni dedi ki...

Hayal kırıklığıydı benim için(öküz olduğumdandır belki de :S)... Aldığı oscarların mevzularına sözüm yok. Lakin... Bir kaç ay oldu izleyeli; sadece, ütopik hemşireler ve zihnimde canlanan 'boş vakit filmi/vasat senaryo' fotoğrafı kalmış aklımda....

Unknown dedi ki...

Aslı çok teşekkür ederim,yorumun çok iyi hissettirdi:) bence de ilk fırsatta izlemelisiniz. İnsanın kendine dair gizli-saklı sorgulamalarına cevaplar veren belki de yüzleştiren bir film..

Unknown dedi ki...

Estafurullah lütfen kendine haksızlık etme ve kıymetli yorumun için teşekkürler :)
şöyle söleyebilirim ki, biyografik bir hikaye uyarlaması olması filmin en büyük sınırlılığı. ancak bu dar alanda düşündüğünde filmi bir yere oturtabilmek mümkün olur diye düşünüyorum.
Jean-dominique, Fransız Elle Dergisi editörü ve üst sosyo-ekonomik gruptan aslında, rehabilitasyon göredüğü hastane de zaten kendi ayarında insanlara hizmet eden bir hastane, konuşma terapisti ve psikologun ütopik gelmesi bu şartlarda normal :)
Bence dalgıç metaforu ve Jean-Dominique'in tüm fantazileri, içinde bulunduğu cendere düşünüldüğünde çok kıymetli.
tekrar teşekkürler...

deeptone dedi ki...

geçen yıl bi sinema yazımda, bu filmi 200'lerin en iyi 20 filmi arasına koydum.
çok çok iyi.
bi de fransız sinemasına ölürüm.

:)

bende bir mimin var.
:)

Unknown dedi ki...

aynen katılıyorum Deeptone, Avrupa Sineması sınırlarında düşünüldüğünde, Fransız Sineması farkını açık ara ortaya koyuyor, ben böyle biyografik bir roman uyarlamasının, ancak Fransız sineması tadında bu kadar kusursuz anlatılabileceğini düşünüyorum.

"yaşasın" deepnotu: mim konusuna da en kısa zamanda vakit ayıracağım, teşekkür ederim :)

deeptone dedi ki...

ama zaten avrupa sineması dışına çıkınca da yine fransızlar en iyi ki.
amerikan sinemasını hiç sayma zaten. o sadece gösteriş, bazı bağımsızlar dışında, onlar da zaten avrupa havasında. uzakdoğu, iran tabii iyiler. ama fransızlar kadar iyi olan kim var ki başka. ruslar da iyi. ama onlar da az çok avrupa sayılır. çin filan da iyi. türkler de artık iyi ama.
:)

Unknown dedi ki...

:) 5 cümlede dünya sinemasını harika özetlemişsin bayıldım! elbette ki görecedir ama tamamiyle düşündüğünde en iyi sinemanın hangisi olduğuna karar vermek benim için oldukça güç, ama dediğin gibi kesinlikle Amerikan sineması değil :)

deeptone dedi ki...

:) blogumda sinema yazım çok. hep de yazarım.

Unknown dedi ki...

biliyorum, bir kaç hafta önce epeyce okumuştum. açık söylemek gerekirse blogundaki en kıymetli yazıların bence onlar geliyor, biliyorum biraz taraflı davrandım, affola :)

deeptone dedi ki...

hımmm bikaç haftada bir okuyon demek, düzenli okur diyelsin :)

Unknown dedi ki...

uuu acımasızca etiketlendim, bir cümleden gelen kusursuz genelleme! açıklamak zorunda hissettirildim şu an, şöyle ki: efendim, zat-ı alinizi bir kaç hafta önce izlemeye başladığımdan mütevellid, arşivdeki filmlerle alakalı postları incelemiş idim. Hasıl-ı kelam son ya da populer postlarınızdan ziyade "külliyat-ı Deeptone" ile akaladar oldum ve hatta oluyorum efenim. Saygılar ;)

deeptone dedi ki...

:)))) güldürdün beni ama.

bugün yazdığım fransız filmini kaçırma bence :)))

Unknown dedi ki...

eyvallah, o vakit ne mutlu bana :)
bak hırs yaptım şimdi hemen bakıyorum!

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...